1 ile 20 arası toplam 20 sonuç

Konu: Atatürk'ten Anılar...

  1. #1
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default Atatürk'ten Anılar...

    KÖY AĞASININ SİLAHLIĞI


    Türk kültür değerlerine yabancılaşmış olan Osmanlı yönetici ve aydınları, Türkçe’nin yok olması pahasına ülkede Arapça’nın bilim, Farsça’nın edebiyat dili olarak kullanılmasına izin vermişlerdir. Bu durum bir taraftan eğitimin yaygınlaşmasını önleyip halkın cehaletine neden olmuş, diğer taraftan kendi halkından kopuk, onun değerlerini küçümseyen, Arap kültürünün ürünü olmayan her şeyi küfür kabul eden, Arab’ın kendisini de dilini de kutsal gören yobaz bir aydın tipinin doğmasına neden olmuştur.
    Bu aydın tipinin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki temsilcileri; Türkçeyi zenginleştirerek bilim ve kültür dili yapmak, sadeleştirerek halkla aydın arasındaki kopukluğu gidermek amacıyla yapılan dil devrimine, Türkçe’nin yetersiz olduğu savıyla karşı çıkmışlardır. Oysa onlar, yapısı itibarıyla Türkçe’nin, dünyanın en zengin dillerinden birisi olduğunu bilmekteydiler. Ancak, Arap kültürüne tutsaklıkları ve Arapça’yı bilme imtiyazlarını kaybetmek istememeleri gerçekleri söylemelerini engelliyordu. Aşağıdaki anekdotta ikiyüzlülerin dil konusundaki ilkel yaklaşım anlayışlarını Atatürk oldukça ilginç bir şekilde dile getirmektedir.



    “Arabınkini Arab’a, Aceminkini Acem’e geri verirsek, bize uzun kollu bir Buhara hırkasından başka bir şey kalmaz.”
    Buhara hırkasını nedense hor gösteren bu söz, Meşrutiyet devrinde sayılı birkaç dilseverin, dilimizde denemek istedikleri tasfiye (arıtma) işini, Türkçe için bir yıkım sayan ünlü bir yazarımızın sözüdür.
    Dil devrimi başladığı sıralarda da aydınlarımızın çoğu bu kuruntuda idi.
    Türk’ün anayurttan ayrıldığı zaman dil varlığını uzun kollu bir hırkaya benzetenlerin bu mantık zavallılığına Atatürk acırdı. O, Türk’ün her şeyine inandığı gibi dilinin de yeterliğine, enginliğine sonsuz bir inanç beslerdi. “Tarihin akışını oradan oraya çevirmiş, yer yer bunca uygarlık ocakları kurmuş bir ulusun dili bu denli yoksul olabilir mi idi?” diye soruyor ve sözünü aşağı yukarı şöyle tamamlıyordu: "Araplarla tanışıncaya dek Türk’ün devlet, hükümet, hukuk, adalet gibi uygar kavramlara; şeref, namus, insaf, vicdan gibi yüksek duygulara birer ad vermemiş olması düşünülebilir mi? Belli ki her ulusta görüldüğü üzere Türk’ün de tarihte gaflet anları olmuş, birçok varlıklarına ve bu arada diline de bakmaz olmuştur. Biz şimdi ulusal benliğimize kavuştuğumuz gibi öz dilimize de kavuşacağız.”
    Atatürk bir ulusun dil varlığı bakımından, aslında bu denli yoksul olamayacağını bir örnekle belirtmek için şu öyküyü sık sık anlatırdı:
    “Vaktiyle zengin bir köy ağası şehirde hamama gitmiş. Yıkanmış... Kurulanmış... Giyinmek için bohçasına el attığı zaman bir de bakmış ki silahlığından başka her şeyi çalınmış. Başlamış hamamcılardan hesap sormaya.
    Hamamcılar ağanın şantaj yaptığını, yoksa çalınan çarpılan bir şey olmadığını ileri sürmüşler. Bunun üzerine o da silahlığını çıplak beline geçirerek ortaya çıkmış ve şöyle haykırmış: “Görenler Allah için söylesin, ben buraya bu kılıkta gelebilir miydim?”
    Atatürk öyküsüne şunu da katardı:
    - Ağanın hamama çıplak gelmediğine herkesin aklı yattı ama, Türk’ün yurdundan dilsiz çıkmadığına hala akıl erdiremeyen gafiller vardır.


    A.H. PAR, M.A. ÖNEN, Atatürk’ü Anlamak, s.119-120

  2. #2

    Default

    Büyük ATATÜRK' ün futbolla ilgili bir anısı
    Büyük ATATÜRK’ün futbolla ilgili bir anısını en yakın arkadaşlarından Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrinin ünlü futbolcusu Gündüz KILIÇ yıllar sonra kaleme aldığı ve bir gazetede yayınlanan yazısında tatlı bir üslup içinde şöyle dile getirmiş. ATATÜRK yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için Gündüz KILIÇ tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz KILIÇ’tan nakledelim.

    ...ATATÜRK şerbetini yudumlarken 'Gel şöyle oturda seninle konuşalım biraz' dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum ama inanın içimin yağları eridi.İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü ATATÜRK’ün özellikle gençlere değişik zeka soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Mahçup olma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı.

    O sıralarda Milli futbol takımımız Halk Evleri Takımı adı altında Rusya’da 5-6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen ATATÜRK’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı.

    İlk sorusu 'Neden yenildiniz?' oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. ATATÜRK pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. 'Peki bu yenilgiler seni çok üzdü mü?' dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu: 'Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmekte tabiidir. Ancak, bu üzüntü insanın maneviyatını yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır' dedi.

    Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kağıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, müdafileri, muavinleri ve muhacimleri yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kaideler ile hedeflerini anlattım. ATATÜRK, 'Yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin işde strateji bilgisi ve kurmay kafası ister' diye önemser önemser başını salladı."

    Rahmetli Gündüz KILIÇ’ın bu anısı ATATÜRK’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.

  3. #3
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    ATATÜRK VE KÖYLÜ


    Yüzyıllar, Türk halkı içerisinde en çok Türk köylüsünün ezilmişliğine tanıklık etmiştir. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür diyen Atatürk, köylünün ihmal edilmişliğini bir türlü kabullenememiştir. Yapılmış olan haksızlıkları 1 Mart 1922’de Meclis’te yaptığı bir konuşmada şöyle dile getirmiştir.
    “Efendiler!... Yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık he zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık ve zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
    Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Atatürk bu sözlerinin takipçisi olmuştur. O yokluk yıllarında devlet bütçesinin yarısını oluşturan aşar vergisini kaldırarak köylüyü vergi yükünden kurtarmış, örnek çiftlikler kurmak, ucuz kredi vermek, tohum dağıtmak, üretime yönelik eğitimi köylünün ayağına götürmek gibi hizmetlerle de yüzyılların haksızlıklarını biraz olsun gidermek için çalışmıştır. Aşağıdaki anekdot Türk köylüsünün o günkü durumunu ve Atatürk’ün bakış açısını yansıtan örneklerden biridir.



    Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile, işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur; memleketin derdini arar bulur, meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
    İşte böyle yurt gezilerinden birinde Orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
    - Kolay gele, bereketli ola ağa.
    - Allah razı olsun bey
    - Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
    - Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
    - “Sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.
    Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha birkaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git, Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.
    Ertesi gün Salih Bozok, Halil Ağa’yı bulmuş Atatürk’ün yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağa’ya dönerek: “Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha” demişti.
    Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak, İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek; “Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız, gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz.”
    Halil Ağa “Sen Atatürk Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye yalvaracak oldu.
    “Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk Köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.


    Noelle ROGER, Olaylar ve Atatürk, s.41-42

  4. #4

    Default

    Atatürk Sünnet Düğününde
    Atatürk Sünnet Düğününde

    Atatürk bir yaz gecesi Acar motoru ile Boğaz'da gezintiye çıkmıştı. Kalınca önlerine geldiler. Yalılardan birinin bahçesi renkli elektik, krepon kağıtları ve çiçeklerle donatılmıştı. Anlaşıldığına göre orada büyük bir topluluk eğleniyordu.

    Acar motorunun gürültüsünü duydular. Kadın erkek, çoluk çocuk alkışla sevgi gösterisinde bulundular. Atatürk çok duygulandı, yalıya yanaşılmasını emretti.

    Bir sünnet düğünü vardı. Bir vatandaşın mutlu bir gününe katılmaktan doğan sevinç, Atatürk'ün yüzünden açıkça okunuyordu. Sünnet olan çocukların ve anne ile babanın göğüsleri sevinç ve övünçle doldu. Herkesin yüreğini bir neşe kapladı. Ortalığı bir bayram havası sardı.

    Atatürk ayrılacağı sırada çocukların babasını çağırdı. Bir çek uzattı:

    -Burada uğrayacağımızı bilmediğimiz için hazırlıksız geldik, dedi, yarın bankaya uğrar, sonra benim adıma çocuklara birer armağan alırsınız.

    Baba çeki saygıyla aldı :

    -Atam, dedi, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu çek değerinde olamaz. İzin verin, biz bunu çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.

    Bu ince düşünüş ve tek gözlülükten son derece duygulanan Atatürk:

    -Peki! Siz bu çeki saklayın; ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları benim adıma sevindirin! diyerek ikinci bir çek verdi.

    Atatürk’ten Anılar
    Nafiz Edgüer

  5. #5
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    SEVGİSİNİ KAYBETMEKTE NE ANLAM VAR ?

    Türk insanı duygu insanıdır. Hep sevmek ve sevilmek ister, yeter ki birisine inansın, birisini sevsin o sevgi onda ölümsüzleşir. Türk, Atasını da böyle sevdi, O’nu duygularında canlandırdığı şekliyle gönlüne resmetti. Zihninde O’nu yüceltebildiği kadar yüceltti. Atatürk de yaşamı boyunca bu sevginin getirdiği sorumluluğun bilinciyle hareket etti. Türk insanının mutluğunu kendi mutluluğu olarak gördü.
    Aşağıdaki anekdot Türk insanının kendisine hizmet edenlere bakışını ve Atatürk’ün bu bakış açısına yaklaşımını gösteren güzel bir örnektir.



    Bir gün Çankaya yöresinde bir köylü evine gitmiştik. Evde ihtiyar bir köylü karısı ile oturuyordu. Bize ikram edilen kahveleri içerken Atatürk bana köylü ile konuşmamı söyledi. Köylüye ilk aklıma geleni sordum.
    - Sen Gazi’yi tanır mısın?
    İhtiyar beni saçma bir soru sormuşum gibi küçümseyerek süzdü:
    - Gazi’yi tanımayan var mı ki, dedi ve ekledi:
    - Ben görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Camii şerifinde Cuma namazı kılarmış. Taa göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi, nur yüzlü, peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış...
    Gülmemi zor tutarak Atatürk’ün genç ve tıraşlı yüzüne baktım. O, kaşlarını çatarak kendisini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve:
    - Varsın, dedi, o öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp de sevgisini kaybetmenin ne anlamı var.


    Hadi BESLEYİCİ, Atamız Atatürk, s.87-88

  6. #6

    Default

    Kara Tahta Başında
    Kara Tahta Başında

    Arkamda büyük bir kara tahta vardı. Atatürk “Kalk bakalım genç profesör tahtaya” dedi. Tahta başına vardığımda bana üç kelime yazdırdı. “Su, tuz, deniz”. Şimdi bu üç kelimeden Türkçe’de, Fransızca’da, Almanca’da kaç cümle yapılabiliyordu? Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamıştım. Şaşkınlığım geçince aklıma gelen cümleleri sıralamaya başladım.

    1) Denizin suyu tuzludur.
    2) Suyu denizin tuzludur.
    3) Tuzludur denizin suyu.
    4) Suyu tuzludur denizin.
    5) Denizin tuzludur suyu.

    Şimdi bu üç kelimeden Fransızca’da ve Almanca’da ancak ikişer cümle çıkarılabiliyordu. Atatürk sordu. Bu durum Türkçe’nin lehine mi, aleyhine mi? Hafif bir irkintiden sonra dedim ki “Efendim, bir bakıma bu bir söyleyiş zenginliğidir.” Çünkü kurduğumuz beş cümle arasında küçük farklar vardır; bu bir çeşit nuans zenginliğidir.” Atatürk “evet ama” dedi “Bunun büyük bir sakıncası var.” Sonra ilave etti. “Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır?” Doğrusu bu soruya da hazır değildim. Fransa’nın büyük bir devlet oluşu buna neden olabilirdi. Atatürk “hayır” dedi. “Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra okunsa daima aynı anlama çıkar.” İlginç bir görüştü bu.

    Atatürk’ten Anılar
    Ord.Prf.Dr. Sadi IRMAK

  7. #7
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    ATATÜRK VE KİN


    Atatürk, bir işi yaparken fayda ve zararını sadece kendisi açısından değerlendiren insanların bencil olduğunu düşünürdü. Asıl olan insanların yaptığım iş başkalarına ve özellikle benden sonra geleceklere ne kazandırır veya ne kaybettirir, diye düşünebilmeleridir. Bu anlayış insanları bencillikten uzaklaştırır, ufkun ötesini görmelerini sağlayarak başkaları için bir şeyler yapmanın zevkine onları ulaştırır. İnsanların bencil, kinci ve bağnaz olmalarında bu düşünceden yoksunluk vardır. Aşağıdaki olayda görevini yapmadığından dolayı evlatlarının zarar göreceğini düşünmeyen babayla, kendini o görevlinin evlatlarını düşünmek zorunda hisseden gerçek baba Atatürk’ün anlayış farkını yansıtmaktadır.


    Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, olanları unutur, bir daha duymak bile istemezdi. Bu yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı.
    Yeni harflerin kullanılmasının kararlılıkla takip edildiği dönemde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde bir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.
    Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı, amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:
    - Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına temizlenmeli!... diye bağırdı.
    Akşam oldu, vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:
    - Bugünkü yobazlara ne yaptın?
    Vali:
    - Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi.
    Atatürk durakladı, sonra usulca:
    - O olmadı işte!... dedi. Bu adam, kabahatli, muhakkak!... Fakat, çoluğunun çocuğunun suçu ne? Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!... Biz adamları cezalandırmalıyız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!...


    N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.325-326

  8. #8

    Default

    Dinlemekten zevk alırım
    Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:
    - Paşam... demiştim, şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum... O halde, ne diye onları birer birer çağırıp karşında söyletirsin ?
    Atatürk, yüzüme alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti :
    - bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiçbir kanaati hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.

    OLAYLAR VE ATATÜRK, ANKARA, T. S. K. MEHMETÇİK VAKFI
    YAYINI, GN. KUR. BASIMEVİ, 1984

  9. #9
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    HACER NİNE


    Türk kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek başına çıkaran, kimi zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır. Aşağıdaki anekdotun kahramanı “Hacer Nine” de kocasını, evlatlarını ve torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle özdeşleştiren yüce Türk kadınının temsilcisidir.


    Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç ,gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.
    Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de Büyük Muharebede şehit düştü. Birisi İkinci İnönü’den dönmedi.
    En son torununu da Sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe Muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.
    Çok ağladı. Fakat, Sakarya Savaşı kazanıldı haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.
    Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında çarıklarını çeker, değneğini alır, Ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide Ankara’ya geldi, doğruca gitti, Büyük Millet Meclisi’nin kapısı önünde durup çömeldi.
    Aradan biraz vakit geçti, sordular:
    - Nine, ne istiyorsun?
    - Hiç, hiçbir şey.
    - Ya neden burada duruyorsun?
    - Onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.
    - O dediğin kim?
    - Gazi Paşa.
    Sonunda hikayesini anlattı ve dedi ki:
    - İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Son içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.
    İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk Ninesi buna derler.



    N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.29-30

  10. #10

    Default

    Neşeli anlarında Atatürk, Ahmet Cevat ile ...
    Neşeli anlarında Atatürk, Ahmet Cevat ile eğlenmeyi severdi.
    -Cevat Bey sizin karakol kelimesi üzerinde yaptığınız etimolojiyi bu arkadaşlara da anlatır mısınız? Buyurdu.
    Anlaşılan Ahmet Cevat bu sıralarda Atatürk’e etimoloji üzerine bir etüd sunmuştu.
    -Kol müfreze, kara da bildiğimiz toprak, yani toprak üzerinde gezen müfreze demek olsa gerek. Karakolu olduğuna gibi deniz kolu da olur, diye izah etti.
    Atatürk:
    -Bizim Ahmet Cevat Bey, Şemsettin Sami’den bir adım bile ileri gidememiş… Cevat’ın yaptığı etimolojiler bize şu fıkrayı hatırlatıyor: Padişahlardan biri vezirine “Halk konuşurken sarık marık, giyim miyim, pabuç mabuç der. Sarığı, giyimi, pabuçu anladık; marığı, miyimi, mabuçu da ne oluyor” demiş. Akıllı vezir bir müddet düşündükten sonra ; “şevketlümün mübarek başındaki sarık, kullarının fakir başındaki marık; haşmetlümün üzerindeki elbise giyim, kölenizin üzerindeki miyim; devletlümün mübarek ayaklarındaki pabuç, bendelerinin ayağındaki ise mabuçtur” diye izah etmiş. Ahmet Cevat’ın etimolojileri de bu vezirin etimolojilerine benzer.
    Atatürk’ün bu fıkrasına hepimiz gülmüştük, Ahmet Cevat kendisi de güldü. Atatürk’ün bu şakasında kendisini kırk yıllık dilci sayan Ahmet Cevat Emre’ye bir ders vardı.

    Abdülkadir İnan Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra, Türk Kültürü, Kasım 1969

  11. #11
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    ATATÜRK’ÜN EŞİTLİK ANLAYIŞI

    Çağdaş insan, görevlerini en verimli biçimde yürüten, mal ve hizmet üretmeyi insanlık onurunun gereği olarak gören, insanları mevkilerine göre değil hizmetlerine göre değerlendirebilen insandır. Atatürk yaşamı boyunca insanları bu esasa göre değerlendirmiş, görevini sorumluluk bilinciyle yürüten insanları hem takdir etmiş, hem de onlara saygı duymuştur.
    Atatürk, devlet hizmetinde çalışanların görevleri süresince sevecen, adil olmalarını, keyfi ve zorbalık türü davranışlardan kaçınmalarını istemiştir. İstemekle kalmamış her türlü keyfi uygulamanın karşısında olmuş, özellikle de yöneticileri, hak ve adaletten ayrılmamaları, kendilerine özel muamele gösterilmesini beklememeleri yönünde uyarmıştır. Aşağıdaki anekdot Atatürk’ün ayrıcalıklı muameleye karşı oluşunu yansıtan örneklerden birisidir.



    Atatürk, bir gün Dolmabahçe’den gizlice çıkar Topkapı Sarayı Müzesine gelir. Müzeyi gezmek ister. Kendisini ka***ıya tanıtır, fakat ka***ı henüz saat 9 olmadı, memurlar da gelmedi, Atatürk değil, kim olursan ol, bekleyeceksin, der.
    Hiç şüphe yok ki, ka***ı Atatürk’ü tanımamış ve bu sözlere birden fazla muhatap bulunduğu için gelenin Atatürk olabileceğine inanmamıştır. Fakat bu anekdotta önemli olan nokta Atatürk’ün ka***ının sert cevabı karşısında ısrar etmeyerek, bir kenara çekilip, saatin 9 olmasını ve memurların gelmesini beklemesidir.


    S.A. TERZİOĞLU, Yazılmayan Yönleriyle Atatürk, s.4

  12. #12

    Default

    Sığırtmaç Mustafa
    Atatürk, sporlar arasında en çok güreşi severdi. Bu nedenledir ki onun güreşle ilgili anıları oldukça fazla ve ilginçtir.

    İtalyanları yenen Milli Güreş Takımımız, Florya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkünde büyük Atatürk tarafından davet ve kabul olunup, yemeğe alıkonulmuştu. Atatürk İtalyanlar karşısında, parlak bir sonuç almış olan güreşçilerimizi teker teker kutlamış, bu arada özel bir sevgi duyduğu, sevimli ağır sıklet şampiyonumuz Çoban Mehmet’e takılmaktan da kendini alamamıştı:

    “-Sen, herkesi kolayca yeniyorsun Mehmet” demiş, sonra ilave etmişti:

    “-Seninle güreş tutsak, beni de yenebilir misin?”

    Koca Çoban, çocuksu bir mahcubiyet içinde, başını öne eğerek:

    “-Sizi bütün cihan yenemedi Paşam, ben nasıl yenebilirim?” demişti.

    Büyük Atatürk Çoban Mehmet’in bu cevabı karşısında pek duygulanmış ve aslan yapılı ağır sıklet şampiyonumuzu alnından öpmüştü.

    Atatürk’ün Florya köşkünde istirahat ettiği günlerde, Çoban Mehmet, büyük Mustafa (Çakmak) ile birlikte Florya plajına gider, orada etraflarını çeviren büyük meraklı topluluğun ortasında, kumlar üzerinde güreş tutardı. Atatürk, belediye plajı kumsalında cereyan eden bu güreşi, köşkten görür görmez, hemen haber salıp pehlivanları yanına çağırdı.

    Köşkte Çoban Mehmet’e takılan, onun zeki cevapları karşısında keyiflenen büyük Atatürk, kendileriyle uzun sohbetlerde bulunur, pehlivanlara yemek çıkarttırırdı. Pehlivanlar köşkten ayrılırlarken de yaveri vasıtasıyla ceplerine birer zarf koydurtmayı ihmal etmezdi. Zarfın içinden, o zamanlar pek büyük bir maddi değer taşıyan, (enaz) 50 lira çıkardı.

    Çoban Mehmet’in Atatürk hakkında şu sözleri ilginçtir:

    “- Rahmetli Atatürk, güreşten çok iyi anlardı. Buna, bizlere huzurunda yaptırdığı güreşlerde çok şahit olmuşumdur. Biz güreşirken, yaptığımız hataları veya iyi hareketleri anında sezer, bize ihtarda bulunur veya takdirlerini bildiren sözler söylerdi. Onun iltifatlarına nail olmak, bizler için sevinç ve gururların en büyüğü olurdu hiç şüphesiz.”

    Büyük Atatürk’ün, güreş zevk ve merakının çocukluk yıllarından kalma olduğunu, çocukluk arkadaşlarından olan eski Ankara Belediye başkanı Asaf İlbay’ın şu sözlerinden de anlamak mümkündür:

    “-Çocukluk yıllarında da sık ve temiz giyinmeyi severdi. Kuvvetli ve cesaretli insanlara hayranlık duyardı. Güreşe bayılır, mahalle çocuklarını sık sık güreştirir, seyrine doyamazdı.”

  13. #13
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    ATATÜRK, KENDİSİNE SUİKAST YAPACAK ADAMLA KARŞI KARŞIYA

    İnsanların başına gelen felaketlerin çoğunluğu akıllarıyla değil de duygularıyla hareket edip, duygularına esir olmalarındandır. Çünkü, duygularıyla hareket edenler, çoğu kez başkaları tarafından kullanılırlar. Kullanıldıklarını da başına felaket geldiği an anlarlar. Ancak, düşünen, soran, neden, niçin diye araştıran insanlar akıllarını kullanmış olduklarından felaketi önceden görürler ve ona göre hareket ederler. Aşağıdaki anekdot bu anlayışı yansıtan güzel örneklerden birisidir.


    İzmir’de hazırlanan o alçakça suikastten sonra, bir gün bize Atatürk şu olayı anlatmıştı:
    - Ziya Hurşit’in beni öldürmek için görevlendirdiği iki zavallı vardı. Sorguları yapıldıktan sonra bunlardan birini yanıma çağırdım. Odada kimse yoktu. Kendisine sordum:
    - Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?
    - Evet! dedi.
    Ben gene sordum:
    - Mustafa Kemal, ne yapmış ki onu öldürecektin?
    - Fena bir adammış da... Memlekete çok fenalık yapmış!... Sonra, bize onu öldürmek için para da vereceklerdi!...
    - Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
    - Hayır!
    - O halde, tanımadığın bir adamı, nasıl öldürecektin?...
    - Geçerken işaret edecekler, “Mustafa Kemal, işte budur!” diyeceklerdi. Biz de öldürecektik.
    O zaman cebimden tabancamı çıkararak, kendisine uzattım:
    - Mustafa Kemal benim!... Haydi, al eline tabancayı... Öldür!... dedim.
    Adam, benden bu cevabı alınca, yıldırımla vurulmuş gibi oldu. Bir müddet şaşkın yüzüme baktıktan sonra, dizüstü kapanarak hüngür hüngür ağlamaya başladı.


    N.A. BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s.114-115

  14. #14

    Default

    Yıl : 1933...Aylardan şubat!
    Yıl : 1933...Aylardan şubat!
    Günlerden Perşembe...
    Bursa Ortaokulu’nda öğrenciyim.
    Öğle yemekleri için bir buçuk saatlik bir paydos var; ben bu zaman içinde , okuldan, babamın dükkânına bir koşu gidiyor, karnımı doyurup geliyorum.
    O gün hava soğuktu, mevsim kıştı ama sıcak bir güneş vardı. Bir okul çocuğu için bulunmaz bir gün!..
    Hükümet meydanına geldim. Karmakarışık bir kalabalık. Valilik binası önünde bekleşiyor. İçlerinde babamın çarşı arkadaşları, cami kardeşlikleri var.
    İşte Saatçi Sururi Efendi. Dükkân bitişiği komşumuz.
    İşte Ayakkabıcı Ahmet Usta.
    Köfteci Hakkı, Şekerci Çopur İsmail..vb
    Aralarında babam yok, bunca konu komşu, bir olup Valiye neden gelmişler; dertleri ne?.. Meraktan çatlayacağım!.. Sururi Efendi’ye sokuldum :
    - Saatçi Amca (öyle derdik kendisine) ne oluyor?..
    Beni yanında görünce, kaşları çatıldı :
    - Sen burada ne arıyorsun ?..Hemen uzaklaş!
    Merakım büsbütün arttı :
    - Ne oluyor Saatçi Amca?.. Vali Bey’i niye bekliyorsunuz?..
    - Şimdi tokadı çatlatacağım..Sen dediğimi yap, büyüklerin işine karışma..Baban şimdi seni bekliyordur!
    - Peki, deyip yanından uzaklaşrım ama, merak sarmış bir kere..Öbeğin az ilerisinde, ellerini göbeğine bitiştirmiş,asık suratla duran Ahmet Usta’ya yanaştım :
    - Ahmet Usta Amca, ne oluyor?..
    Beni görmesiyle tepesi attı :
    - Senin burada işin ne?..Doğru babanın yanına marş marş!..
    Dedi, dedi ama,Vilayet kapısından çıkan süngülü jandarmalar kalabalığı kuşatmıştı bile..Hepimizi Vali Konağı’na sokuyorlardı! Benim aklım başıma gelmesine gelmişti ama, iş işten de geçmişti. Beni de mahzene tıktılar!
    Bereket versin bir Jandarma Teğmen’i mahzene indi, benim kalabalığa karışıp yanlışlıkla içeriye alındığımı fark etti de, canımı babamın dükkânına attım!

    Meğer!..
    Babam anlattı: Evkaf Müdürü’nün kâtibi, Ulucami müezzinine çıtlatmış: “Bu sabah Ankara’dan bir telgraf geldi; bundan böyle minarede ezan,camide kamet Türkçe yapılacak!” demiş..Müezzin öğle namazında kamete kalktığı zaman,”Ey cemaat!..Dinleyeceğiniz kamet, son kamettir!..Bundan sonra ezan da, kamet de Türkçe yağpılacak” deyince cemaat dalgalanmış..Her kafadan bir ses çıkmaya başlamış..İmam, güçlükle namazı kıldıracak ortamı sağlayabilmiş..
    Namazdan sonra, cemaatin bir bölümü işin aslını öğrenmeye karar vermişler. Önce Vakıflar Müdürü’nü görüp konuşmuşlar; O,”Emir kuluyum, benim yapacak bir şeyim yok” deyince, Vali ile görüşmeye karar vermişler. İşte, işin aslı esası bu!..
    Ama bütün bunlar olurken, Belediye Başkanı Muhittin Bey(Paşa Çiftliği’nin sahibi), İzmir’de incelemeler yapan Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir telgraf çekmiş :” Burada irtica hortladı.Ulucami cemaati Vilayete yürüyorlar! Kurtarıcımıza durumu duyuyorum.” Belediye Başkanı : Muhittin.

    Gazi, telgrafı İzmir’de aldığı zaman, Vilayet, Komutanlık,Belediye,Parti Merkezi gibi protokol merkezlerini ziyaret ediyordu. Öğleden sonra da Eskişehir’e gidecek, Şeker Fabrikasının temelini atacaktı. Programını bozmadı. Telefonla Bursa’dan ve Ankara’dan bilgi aldı ve ertesi günü Mustafa Kemal Paşa,Bornova’da açılan Ziraat Okulu’nu gezdi, öğrencileri ve öğretmenleri ile görüştü. İzmir’deki Milli Kütüphaneyi de ziyaret ettikten sonra yola çıktı. 5 Şubat sabahı Bursa’da idi.
    Vali, Gazi’yi, Vilayet sınırında karşıladı ve olup biteni anlattı. Ulucami çevresinde esnaflık yapan kişilerdi. Müezzin , bir boşboğazlık edip bundan böyle ezan ve kametlerin Türkçe yapılacağını anons edince, dini bir hassasiyet olmuş; önayak olanlar, zaten zabıtanın göz ucu ile izlediği kimselermiş.. Yakalanmışlar... Mahkemeye verileceklermiş!..
    Gazi Paşa, Vali’yi sessizce dinlemiş ama, avurtları oynamaya başlamış :
    - Siz buna küçük bir şey, bir zabıta mı diyorsunuz?.. Düpedüz irticanın ayaklanması bu!.. Sizi ne için görmeye geliyorlar; hükümet kararını değiştirmenize önayak olmanızı sağlamak için..Kararı değiştirmeye sizin yetkiniz olmadığını biliyorlar; siz önayak olacaksınız da hükümet bu işleri vazgeçecek!..Dikkat ediyor musunuz Vali Bey!..Sizi kullanabileceklerini umuyorlar. Onun için gelmişler bir cemmigafir Vilayete dayanmışlar. Siz buna “halkın rica başvurusu” mu diyorsunuz?

    Vali, Fatih Güvendiren’di. Tasavvuf üstünde geniş bilgisi ile tanınırdı. Herhalde koltuğunun kaydığını hemen fark etmiştir!
    Gazi, kendisine telgraf çeken Belediye Başkanı’nı, Partiyi, Tümen Komutanlığı’nı ziyaret etti. Vilayet makamına uğramadan, Çekirge yolu üstündeki Köşküne geçti. O gün çıkan Cumhuriyet gazetesinde “Yusuf Ziya” imzalı bir yazıda şöyle deniyordu :

    “Yirmi iki gündür, adımlarının izleri ile yurdu bir altın haleye saran Gazi, Afyon tepelerini aydınlatırken, Bursa ovasına küçük bir irtica gölgesi düştü. Bir anda O’nun, bir tepeden bir ovaya karanlıkları yırtan bir yıldırım hızı ile düştüğünü gördük.”


    Gazi ve İki Bakan Bursa’da


    Gazi Paşa’nın Bursa’ya geldiği gün, Ankara’dan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek erişmişler, gereken tahkikatı bizzat yürütmüşlerdir.
    Olay, belli idi ama, olayın oluşumu, gelişimi ; bu oluşum ve gelişimde hoşgörüsü, görev ihmali olanlar araştırılıyordu. Şükrü Kaya ve Yusuf Kemal Tengirşek Beyler, yalnız Vali ile değil, halkla da görüştüler, bilgi aldılar ve sonunda görevinde savsakladığı anlaşılan Bursa Savcısı Sakıp, Bursa Sulh Ceza Hakimi Hasan, Bursa Müftüsü Nurettin Efendi’ye işten el çektiler. Daha sonra bu kimseler, sanık olarak da Çorlu’da açılan davaya katılmışlardır.
    Cumhurbaşkanı ve Bakanlar onuruna Belediye Salonunda – yıldırım hızı ile - bir balo düzenlendi. İnsanların, canlarını işlerine koydukları zaman neler başarabileceğine bu balo güzel örnektir. Böyle bir balo için neler düşünülmesi ve yapılması gerektiğini bir gözünüzün önüne getirin : Bütün bunlar, birkaç saat içinde adeta yoktan var edercesine bittamam oluşmuş!.. Gazi ve Bakanlar baloya geldikleri zaman, salonda yapılacak protokol konuşmaları bile daktilo edilip ceplere yerleşmişti!..
    Gazi, bir konuşma yaptı :

    “Olay sade bir zabıta olayıdır, hiç de önemli değil.. Ama, taşıdığı hedef, kavradığı anlam önemlidir. Biz, Türkiye’nin ölümsüz temellerini atmaya çalışıyoruz; onlar bizi,bundan alıkoymaya çalışıyorlar. Önemli olan, üç – beş kişinin alıştıkları hayatın,alıştıkları biçimde sürmesini sağlamak için Valiye başvurmaları değildir; önemli olan bu hareket karşısında Savcının duraksaması; Müftünün, bunları önleyecek yerde akıl öğretmesidir. Burada, masumiyetin arkasına sinmiş bir amaç var!..”

    Gazi’nin bu mealde yaptığı konuşmaya CHP Bursa İl Başkanı Avukat Hulusi Köymen cevap verdi.
    Yine kendisinden aldığımız meale göre :

    “Bursa halkı, inkılapçıdır!..
    Bursa halkı, ruhunda Cumhuriyeti taşıyan bir halktır!..
    Bursa halkı, Türkiye Cumhuriyeti’nin yoktan nasıl var olduğunu gözleri ile görmüş ve onu korumaya yemin etmiş bir halktır!
    Üç- beş softanın Arapça ezan sevdasına yakalanmış olmasını Bursa halkı, bütün geleceklerde uyanıklığın meşalesi oalrak hatırlayacaktır. Her yanlışın arkasında bir doğru vardır. Nasıl ki, tükenmiş Osmanlı Devleti’nin arkasında Türkiye Cumhuriyeti var ise!.. Biz, yanlışlarımızı doğruya çevirecek güçteyiz. Gazi Paşamız, önderimiz, kurtarıcımız, geleceğimiz!.. Siz bizi mutlu geleceğe götürüyorsunuz, biz de bunun idrakindeyiz Gazi Paşam!”

    Gazi, Özel Kalemi Hsan Rıza Soyak’ın kulağına bir şeyler söyledi ve Hulusi Köymen’e gülümseyerek baktı.


    Atatürk Köşkünde


    Az sonra Şükrü Kaya ile birlilte Belediyeden ayrıldılar ve Çekirge yolunda Atatürk Köşkü’ne gidildi.
    Burada da sofra hazırlanmıştı.
    Gazi, Şükrü Kaya,Tümen Komutanı,Belediye Başkanı,Hasan Rıza Soyak,Atatürk’ün Milli Mücadele günlerinin arkadaşlarından bazıları, Murat Arıburnu, Rüştü Akyürek, Necip Kartalkaya ve kimlikleri hatırlanmayan iki kişi vardı.
    Necip Katalkaya, Milli Mücadele Albaylarındandı. Atatürk’le tanışıyordu. Biraz da çakır keyif olduğu için konuştu :

    “Bizim çocuklar, sıkı devrimcidirler. Cumhuriyeti Zatı Devletlerinizin gençliğe emanet ettiğinizi çok iyi bilirler. Birkaç softa bozuntusunu oracıkta sustururlardı. Ama, medeni davranmak istemişler; bu memleketin polisi var, adliyesi var, hukuku var, kanunları var, onların görevlerine müdahale etmeyelim demişlerdir!”

    İşte o zaman Gazi Mustafa Kemal Paşa parladı :


    Türk Genci Nasıl Olmalı?


    “Türk genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten fazla inanmıştır. Rejimi ve inkılapları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük kıpırtı ve hareket duydu mu; ‘Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır..’ demeyecektir. Hemen müdahale edecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla..

    Nesi varsa onunla eserini koruyacaktır.
    Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis, henüz inkılap Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asa yılmayacaktır. Mahkeme, onu, mahkum edecektir. Yine düşünecek: ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek gerekli.’

    Onu, hapse atacaklar! Kanun yolunda itirazlarını yapmakla beraber, bana, İsmet Paşa’ya, Meclis’e telgrafları yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını istemeyecek..
    Diyecek ki: ‘Ben, kendi kanaatimin gereğini yaptım. Müdahale hareketinde haklıyım. Ğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim görevimdir!’
    İşte, benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği..”

    M.Kemal Atatürk
    Şubat 1933

  15. #15
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET

    Atatürk her ortamda mensubu bulunduğu Türk Milletiyle gurur duyar ve milletin onurunu en iyi şekilde temsil etmeyi görev bilirdi. O asla bu milletin evlatlarının yeteneğinden şüphe etmemiş, olumsuz koşullarla karşılaştığında bile o Türk insanını hep yüceltmiştir. Aşağıdaki anekdot da O’nun yaklaşımının sayısız örneklerinden sadece birisidir.


    İngiliz Kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:
    - Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!... dedi.
    Sonunda İngiliz sofra merasimini bilen bir kişiden öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular... Akşam Kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:
    - Sizi tebrik eder ve size teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim, diyerek memnuniyetini bildirdi.
    Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:
    - Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim,” dedi. Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “görevine devam et” emrini verdi.


    Ahmet Niyazi BANOĞLU, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s186-189

  16. #16

    Default

    Gaziye Peynir Getiren Teyze
    Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
    - Merhaba nine

    Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;

    - Merhaba dedi.
    - Nereden gelip nereye gidiyorsun?

    Kadın şöyle bir duralayıp,

    - Neden sordun ki, dedi. Buraların sahabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?

    Paşa gülümsedi.

    - Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?

    Kadın başını salladı.

    - Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
    - Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
    - Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da....Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Bende gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
    - Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?

    Kadının birden yüzü sertleşti.

    - Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
    - Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.

    Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;

    - Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.

    Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;

    "Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

    Mustafa Bilge Işıktürk ©
    Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu
    Sayfa 34

  17. #17
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    BİR DE ONBAŞIM GÖRSÜN

    Atatürk, Türk askerinin göreve bağlılığı ve zekasını hep takdir etmiştir. Mehmetçiklerin bu nitelikleriyle gurur duyduğunu her ortamda anlatarak bu güzel yeteneklerin devamına ve güçlenmesine katkı sağlamış, onlara olan güvenlerini hiç kaybetmemiştir.
    Aşağıdaki küçük anı Atatürk’ün, Türk askerinin sorumluluk bilinci ve zekasına verdiği değeri yansıtması bakımından güzel bir örnek.



    Bir gün askeri bölgeye giderken otomobili bozuldu.
    - Yürüyelim, otomobil yapılınca arkadan gelsin, dedi.
    Atamızla arkadaşları yürüdüler. İlerden Mehmetçik bağırdı:
    - Dur. Kimsin?
    Durdular, Mehmetçik geldi:
    - Buralara Atamız gelecek. Geçmek yasaktır.
    Ata güldü:
    - İyi bak, Atatürk bana benzer mi?
    Mehmetçik baktı, gözleri parladı.
    - Benzemeye benzer ama, askerlik bu, bir de onbaşım görsün, dedi.


    H. BESLEYİCİ, Atamız ATATÜRK, s.116

  18. #18

    Default

    Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi...
    Ankara'da yakici bir yaz günü idi Atatürk beraberinde arkadaslari ve yaverleri oldugu halde Kizilcahamam'a giderken Kazan köyü yakinlarinda durmus ve otomobilinden inmisti. Köyün kadini, genci, yaslisi, ihtiyari köylerin içinden geçen, sosede duran bu yabanci konuklari görünce hep kosustular. Kimi su seyirtti, kimi ayran , bunlardan biri, gügümünden aktardigi soguk ayrani ata'ya uzatti:
    - bir soguk ayran içermisiniz,dedi.
    Bu çorak iklimin kavurdugu yüzünde bronzlasmis Türk kadinin en bariz ifadelerini tasiyan, bir türk anasi idi. Bögrüne sikistirdigi kundagi biraz daha bastirdiktan sonra, sag elindeki ayran bardagini uzatti, bekledi. Ata'si, ayrani kana kana içmis ve biran durakladiktan sonra ona :
    - senin kocan kim ? Diye sormustu
    Köylü kadini,yüzü tunçlasmis, elleri nasirli bir Türk anasi Ankara'nin kendine has sivesi ile kocasinin Sakarya harbinde bogazindan yaralanmis bir cengaver oldugunu söyledi. Ata bir soru daha sordu :
    - ne zaman dogdun?
    - 1919'da Atatürk Samsun'a çiktigi zaman dogdum.

    Ata, bir an düsündü. Yil 1934 idi. Kadinin bu ifadesine göre 15 yasinda olmasi lazim gelirdi. Halbuki karsisindaki kadin 25 yaslarinda görünüyordu tekrar sordu :
    - nasil olur
    - evet , nasil olurdu .bu sati kadin hiç tereddütsüz, o her zamanki nüktedan haliyle ve memleketin isgal altinda geçirdigi aci yillari ima ederek:
    - evet pasam,ondan evvel yasamiyordum ki !
    Bu espiri ata'yi bir hayli düsündürdü. Ayrilirken yaverine kadinin ismini ve adresini not ettirdi.daha sonra biz sati kadini büyük millet meclisine giren ilk kadin milletvekili olarak görmekteyiz.

    Yazilmayan yönleriyle Atatürk, S. Arif Terzioglu sayfa 22-23

  19. #19
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    Atatürk'ün Sofra Arkadaşları

    Atatürk'ün, özellikle akşam sofrası, çok konuşulmuş ve hala da konuşulan bir konudur. Halbuki, bu sofrada, yapılacak bütün işler ele alınır ve enine boyuna ciddi olarak konuşulurdu. Ayrıca, hangi konu ele alınacaksa, o konuyu iyi bilen üniversiteden veya dışarıdan şahıslar da yemeğe çağırılır ve o konu iyice tartışılıp karara bağlanırdı. Toplantıyı Atatürk idare ederler ve konuşmaları da kesinlikle şahsiyete dökmezlerdi. Eğer o konuyla ilgili kişi yoksa, hemen getirtilir veya konu başka bir güne bırakılarak o kimse de toplantıya çağırılırdı.
    Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırılırdı.
    Genellikle bazı kimseler, Atatürk'ün sofrasında hemen daima bulunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırırlar, ya makale yazdırırlar veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirlerdi. Sofrada bulunan kimselere, her zaman ki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında "Zevat-ı Mutade" denirdi. Bu kimseler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu sofrabaşı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sualler yöneltirler ve onu konuşmaya zorlarlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğrenmek isterlerdi. Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kurufasulye mutlaka bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederlerdi. Hala da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostlar için çağırılan ses ve saz toplulukları, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine geri dönmüşlerdir.

  20. #20
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul- Samsun- Isparta
    Yaş
    35
    Mesajlar
    0

    Default

    ATATÜRK ve ADALET
    Atatürk bir Balıkesir gezisinde kendisine Ulusal Mücadele’de yakın hizmetler etmiş bir kimsenin başvurusuyla karşılaştı. Bir konuda haksız olarak mahkum olduğunu söyleyerek yakındı. Atatürk, "Haklısın, konuyu ben de biliyorum." dedikten sonra eşliğinde (refaketinde) bulunan genç bir adliye denetmenini (müfettişini) çağırdı. Konuyu anlattıktan sonra kararın düzeltilmesini istedi. Denetmen anlatılanı dinledikten sonra “Efendimiz, karar bütün adli sıralardan geçtikten sonra olgunlaşmış. Hükmün uygulanmasından başka yapılacak yasal yol yoktur.” dedi. Bunun üzerine Atatürk "Ancak ben söylüyorum, bu iş haksızdır. Çünkü ben işin içini biliyorum.” dedi.

    Genç adliye denetmeni diretti : “Efendimizin bu bildirimi yasa bakımından bir değişiklik yapamaz. Adalet Bakanı’nın da bir şey yapmasına olanak yoktur.”

    Ortada soğuk bir hava esti. Şimdi bir fırtına kopacağına sanılıyordu. Ancak Atatürk sakince sordu : “Peki, bir adli yanılgı olursa yasa bunun düzeltilmesini öngörmez mi?” Bu soruya denetmen, “Yeni delille mahkemenin yinelenmesi istenebilir.” diye karşılık verince Atatürk, başvuran kişiye dönerek “Beni tanık olarak göster. ‘Onda yeni deliller olduğunu haber aldım.’ diye öne sür. Ben mahkemeye gidip tanıklık ederim.”

    Sonra Atatürk adliye denetmenine teşekkür etti. Kendisine başvuran kişiye de “Niçin bana zamanında başvurmadın? Zamanında gelir tanıklık ederdim. Boş yere mahkemeleri de uğraştırmazdın. Bütün yurttaşlar, üstelik Cumhurbaşkanı dahi olsa yargıya saygı göstermekle sorumludur.” dedi.
    .
    .
    .
    Birleştirilen Mesaj:
    Atatürk ve Çoban Çocuk

    ATATÜRK, Antalya'ya giderken yolda verdiği bir mola esnasında bir çocuğun söylediği türkü sesi duyar.Türkü ilgisini çekince türküyü söyleyen kişinin yanına getirilmesini emreder.Atatürk'ün yanındakiler türküyü söyleyen kişiyi bulurlar.Genç bir çoban çocuk türküyü söylemektedir.

    ATATÜRK

    - Türküyü sen mi söylüyorsun? diye sorduktan sonra

    - Burada da söyle de dinleyelim der.

    Genç çoban türküyü bitirince Atatürk çocuğu alkışlar ve

    - Biis... biis, diye bağırır.

    Genç çoban ve yanındakiler anlamayınca ATATÜRK biis' in ne olduğunu izah eder.

    - Biis demek, beğendim, tekrar söyle demektir.

    Çoban bunun üzerine türküyü tekrarlar. ATATÜRK'te, cebinden elli lira çıkararak çobana verir. Çoban paraya bakar ve

    - Biis... biis diye bağırır.


    ATATÜRK, bu zeki cevaptan o kadar memnun olur ki, bir elli liralık daha çıkarıp verir ve yanındakilere dönerek o dönemde sürekli Türkiye'ye sataşan İtalyan diktatörü Mussoloni için

    - İmkân olsaydı da, Musolini şu sahneyi görseydi ve cevabı işitseydi, hangi millete nutuk
    söylediğini anlardı der.

Mesaj Yetkileri

  • You may not post new threads
  • You may not post replies
  • You may not post attachments
  • You may not edit your posts
  •