Emekli Subay
27.Ağustos.2006, 12:26
15 Mayıs l919'da İzmir'de başlayan Yunan işgali hızla ilerlemiş 1921 yılında bütün Batı Anadolu'yu ve Trakya'yı içine alarak Ankara - Polatlı yakınlarına kadar yayılmıştı. Başbuğ Atatürk'ün liderliğinde gelişen Milli Mücadele hareketi de dağınık ve bıkkın olan Türk milletini yavaş yavaş bir araya getirmeyi başarmış, TBMM açılmış, düzenli orduya geçilmiş ve Türk tarihinin en önemli meydan savaşlarından biri olan ve Türk milletinin kendi öz yurdunda dirilişinin habercisi Sakarya savaşı ile Yunanlılar Polatlı yakınlarından Eskişehir - Afyon istikametine geri atılmışlardı.
Türklerin toparlandığını ve güçlendiğini gören Yunanlılar ve onlara destek veren İngilizler Eskişehir - Afyon hattında kalmaya karar vermişler ve bu hattı Büyük taarruza kadar geçecek l yıllık zaman içersinde ellerindeki bütün teknik imkanlarla tahkim ve takviye etmişlerdi. Ne Yunanlılar, ne İngilizler ne de diğerleri Türklerden asla bir taarruz hareketi beklemiyorlardı. Türk aydınlarının, hatta Türk subaylarının çoğu Türk ordusunun bir taarruz harekatı yapamayacağı kanaatindeydiler. Türk ordusu, birkaç küçük deneme dışında 1683 Viyana bozgunundan beri hep savunmada kalınmış, taarruz adeta unutulmuştu. Ama her ihtimale karşı Yunanlılar söz konusu hatta tahkimat yaparak hem güvenliklerini hem de Batı Anadolu'daki kalıcılıklarını garanti altına almak istediler. Yunanlıların gerçekleştirdiği savunma tesislerini gezen ve kontrol eden İngiliz askeri Uzmanlar şu değerlendirmede bulunurlar : "...Türklerin bu savunma tesislerine saldırması, boyunlarını kemente uzatmaları demektir...; Türkler bu tesisleri 6 ayda geçebilirlerse 1 günde geçtik saysınlar...". Yunanlıların başkomutanı general Hacıanesti söz konusu tesisleri teftiş ettikten sonra İzmir'e dönüşünde basın mensuplarına Türk ordusunu ve Türk ordusunun başkomutanını küçümsediğini göstermek için şöyle yorum yapacaktır : "...Cepheden geliyorum. Her tarafı dolaştım. Mustafa Kemal adında bir komutana rastlamadım...".
Sakarya savaşından sonra siyasi yollarla kurtuluşu gerçekleştirme çabalarına ağırlık veren Türk ordusu ve Başbuğ Atatürk ise, bu çabaların sonuçsuz kalması üzerine, 1683'ten beri büyük bir taarruza girmemiş olan ordumuzu Yunanlılara son darbeyi indirecek bir saldırı için hazırlamaya başladı. Temel yaklaşım şuydu : Yunanlıları ve İngilizleri şüphelendirmeden çok gizli bir şekilde ordumuz büyük bir taarruza hazırlanacak ve bu taarruzla kesin zafer kazanılarak Anadolu işgalden kurtarılacaktı. Taarruz planı büyük bir gizlilik içinde hazırlandı. Başbuğ Atatürk, Genelkurmay başkanı Fevzi Paşa, Batı cephesi komutanı İsmet Paşa ve Batı cephesindeki ordu komutanlarının dışında bu plandan haberdar olan yoktu. Gizliliğe tam anlamıyla riayet edildi. Ordumuz bu taarruz için personel, silah, cephane ve levazım açısından elden geldiğince ve yine gizli bir şekilde hazırlandı. Sakarya savaşından sonra geçen yaklaşık 1 yıllık süre bu hazırlıklarla geçmiştir. Taarruzun sıklet merkezi Afyon olacaktı. Dolaysıyla, diğer yerlerdeki, özellikle de Eskişehir civarındaki kuvvetlerimizin büyük bir kısmının Afyon bölgesine kaydırılması gerekiyordu. Bu çok zor bir işti. On binlerle ifade edebileceğimiz askeri birliklerimizi Yunan uçaklarından gizleyerek ve Yunan keşif kollarına göstermeden yüzlerce kilometre yürütecektik. Gündüzleri Yunan uçakların görmemesi mümkün değildi. Birlik aktarımı geceleri gerçekleştirildi. Yunan keşif kollarının ve gözcülerinin durumu fark etmemesi için de atların ayakları, arabaların tekerlekleri bezlerle, çuvallarla sarılarak ses çıkarmaları önlenmeye çalışıldı. Giden birlikleri gizlemek için, yerlerinde kalanlar çalı süpürgeleriyle toz bulutları yaparak olayı gizlemeye çalıştılar.
Bu arada İstanbul Hükümeti temel politika olarak "tam teslimiyet" i seçmişti. Batılılara, özellikle İngilizlere tabi olur, onların her istediğini yerine getirirsek, onların devleti kurtaracağı kanaati vardı İstanbul'da. Bu millet, bu devlet artık savaşamaz, savaşsa da kazanamazdı. Dünya savaşında bitmiş, tükenmişti. O halde yapılması gereken galip devletlerin istediklerini yapmak, onlara boyun eğmekti.
Bu durum ve şartlar altında Başbuğ Atatürk ve arkadaşları, bir yandan kurtuluş konusunda acele eden TBMM'yi teskin ederek, diğer yandan İngiliz ve Yunanlıları hem de dünya kamuoyunu şüphelendirmeden hazırlıklarını tamamladılar. Türk ordusunun asıl planı, baskın şeklindeki bir taarruzla Afyon cephesinde Yunan savunma tesislerini yarmak, Yunan ordusunun İzmir'le temasını kesip kuşatarak yok etmekti. TBMM taarruz hazırlıklarından haberdardı ama ne zaman ve nasıl taarruz edileceği konusunda hiçbir bilgiye sahip değildi. Başbuğ Atatürk Ankara basınına Çankaya köşkünde çay partileri verdiği ilanlarını verirken, aslında taarruz planlamasını tamamlamış ve Ankara'dan ayrılarak Konya -Akşehir üzerinden Afyon - Koca tepe sırtlarına varmıştı. Ve o tarihten itibaren Ankara'nın her yerle, bütün dünya ile telsiz, mektup gibi her türlü haberleşmesi yasaklanmıştı. Taarruzun sonuna kadar kimse net olarak ne olup bittiğini anlayamayacaktı.
26 Ağustos 1922 günü saat 05.30'da Türk topçularının ateşi ile Türklerin geciken Büyük Taarruzu başlayacak ve arkasından Piyadelerimizin kalkıştığı hücumla Yunan ordusu neye uğradığını şaşıracak ve 1 yıl uğraşarak hazırladığı savunma tesislerinin 30 saat gibi kısa bir zamanda aşıldığını görecek ve 27 Ağustos günü öğleye doğru geriye kaçmaya başlayacaktı. Ancak düşmanın gerisinde de Türk ordusu vardı. Fahrettin Paşanın kahraman süvarileri, geçilemez olarak düşünüldüğü için tedbir alınmasına lüzum görülmeyen Ahır dağlarını beklenmedik bir şekilde ve büyük fedakarlık ve kahramanlıklarla aşarak Yunan ordusunun arkasını çevireceklerdi. 30 Ağustos 1922'de Türkün kararlılığı ve vatanını savunma azmi karşısında tutunamayan Yunan kuvvetlerinin bir kısmı, yeni atanan baş komutanları ile birlikte esir olacak, bir kısmı da şuursuzca ve korkakça geçtikleri yerleri yakıp yıkarak, sivil ve savunmasız halkı kadın çoluk- çocuk demeden öldürerek İzmir'e doğru kaçmaya başlayacaklardı. İşte o zaman Başbuğ Atatürk hem Yunan orduları Baş komutanı küstah general Hacıanesti'ye "...Hacıanesti ! Neredesin ? Gel de ordularını kurtar ! ..." diye bağırarak hak ettiği cevabı verecekti. Başbuğ Atatürk Türk ordularına yeni hedefi de gösterecekti: "...Ordular ! İlk hedefiniz Akdeniz'dir . İleri !..." Ege'ye o yıllarda Akdeniz deniliyordu. Bu emri alan Türk ordusu büyük bir heyecan ve coşkuyla İzmir'e koşuyor, koşmuyor adeta uçuyordu. 9 Eylül 1922'de Türk ordusu İzmir'e girmiş ve 18 Eylül 1922'de esir olanların dışında Anadolu'da Yunan askeri kalmamış, kurtuluş gerçekleşmişti. Afyon, İzmir, Bursa Uşak... bütün Batı Anadolu 2 - 3 yıl katlandığı Yunan esaretinden, Yunan işgalinden kurtulmuştu.
Başbuğ Atatürk:
''Ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit - Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri'ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri'yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür'atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.
Efendiler, artık Büyük Taarruz'dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar - Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü'nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılırsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephâne ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.
1'İNCİ ORDU KOMUTANI ALİ İHSAN PAŞA'NIN YARATTIĞI DURUM
Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2' nci Ordu'nun komutanı bugün Askerî Şûra üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri idi. 1' inci Ordumuzun komutasını Malta'dan gelmiş olan İhsan Paşa 'ya vermiştik. İhsan Paşa 'nın, kendisini Divan-ı Harbe kadar götüren yersiz ve davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.
Söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.
Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.
Ali İhsan Paşa 'nın bilinen, kendisine has özelliklerinden başlıcaları şunlardı :
En küçük birliklere kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek bütün ordusunda yalnız kendisinin kudret sahibi olduğunu zannettirmek. Büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese ispatlamak düşüncesine kapılmak. Gerek resmî iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin itibarlarını düşürmeye çalışmak. Savaş açısından tedbirde yerindelik ve sinirde sağlamlık yönleriyle kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan karakteri şuydu :
Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına veya üstüne yükleme yolunu her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli bulur.
Ali İhsan Paşa 'nın huyu ve ahlâkı konusunda, kendisinin kurmay başkanı iken çekilmek zorunda kalan Yarbay Halit Bey'in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı'na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmî bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı'nda, Irak'ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır :
" ----------------------------------------------------------
Komutanım Ali İhsan Paşa 'nın geldiği günden beri ast komutanların haysiyetini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı'na karşı astlara hissettirecek derecede yakışıksız bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın değer verdiği ve saygı duyduğu cephe karargâhının nüfuzunu azaltmak istediğini anlatır bir davranış tarzını benimsemiş olması, beni ciddî olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elimden geldiği kadar değiştirmeye çalıştım. Fakat yine büyük bir fark göremedim.
.-----------------------------------------------------------Aklında yer etmiş bencillik hastalığı, ün yapma hırsı, aşırı kıskançlık ve sonsuz bir bencilliığin etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yaninda söyledigi biribirine düşürücü sözlerden anlaşılıyordu. 11' nci Tûmen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada :
Ali İhsan Paşa ' nın Malta'da iken kurtulması için Ferit Paşa ' ya mektuplar yazdığını ve İngiliz mandasını kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışmalar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa 'nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum.." Astlardan gelen bazı evrakı cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularmı sarsma şeklindeki davranışlan da ayrıca dikkati çekmektedir. Söz gelişi : Şeyhelvan dağının düşman eline geçişi ile ilgili yazışmaların olduğu gibi 2 nci Kolordu'ya, 5 inci Kolordu'dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna rağmen, söz konusu olayın sorumluluğunu 5' inci Kolordu Komutanı'na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikâyette bulunması âmirlik niteliği ile bağdaştırılamaz, Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayınlattığı hâtıraları arasında, Ateşkes Anlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat'ta esir olan Dicle Grubu nun esirlik sebebini yalnız o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi nde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey' in üzerine atması da bu karakterinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22 nci Alaylarla Avcı Alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5' inci Tümen'den 13 ve 14' üncû Alaylar da parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması'ndan bir gün önce 13.000 kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı, Halbuki, ateşkes anlaşması yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun yenemezlerdi bile. Bu gruba 5' inci Tûmen de katılabilirdi. Ateşkes anlaşması yapıldığı zaman, esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı, Fakat sefil bir düşünce mantığa galebe çaImıştır.
Hâtıralarında, Dicle boyundaki bütün başan ve Townshend' in esir alınması şerefi, kendisine mâledilmiştir.... , Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan maksadı, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamlarm hâtıralarını yayınlamak, millette övünme duygularını canlı tutar ve gereklidir de, ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek nesilleri yanlış düşüncelere sürükler.
General Marshalli 'ın :
Yanzı ölene kadar Musul'u terk ediniz; aksi halde savaş esirisiniz, emri aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri Sincar çölünü geçerek Nusaybin'egitmek için General Marshall'dan resmi bir yazı ile kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey ' le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa ' dır) beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, koruyucusuz gidebilirdi veya süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep'te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde hayatının ve rahatının korunması için milli şerefi unutan paşa Hazretleri'nin ahlâkına örnek olmak üzere yukandaki olayları dile getirdim..... Eski komutanıma hoş görünmedim.Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım." Millete, Millî Ordu'yukuran ve millete zaferler kazandıranbüyük komutanlar gibiasil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlar, komutanlar gerekir. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dâhi de olsalar zararlı birer şahsiyettirIer. Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötû niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cür'et ettim. İran'da, Kafkas a'da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu harekat şube müdürü)Binbaşı C e m i l B e y son günlerde bana :" İyi ki Ali İhsan Paşa , Millî Mücadele'nin başlangıcında Anadolu'da bulunmadı. Malta'da bulunduğu iyi oldu. Aksi halde, hiç şüphe yok ki, aykırı bir yol tutardı dedi. Paşa'nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen C e m i l B e y , pek doğru söylemiştir... Ulu Tanrı'dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.
Efendiler, Ali İhsan Paşa, Meclis'teki muhalifler grup ileri gelenleri ile de temas ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek, hakkında kanunî işleme devam edilmek üzere Millî Savunma Bakanlığı emrine verilmesini onayladığım. 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey'den, makina başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bu telgrafı da bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit taraflarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki : 1' inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa' nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya'ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır.
Efendiler, bir komutanın görevden alınması, göreve tayini veya askerî mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis'çe dedikodu olabilecek bir söylenti haline gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı'nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey'e tarafından gereken cevap verildi.1' inci Ordu Komutanlığı bir süre vekâletle idare edildi. Fakat birinin asil olarak tayini gerekiyordu. Moskova Sefirliği'nden dönmüş olan Fuat Paşa'nın 1' inci Ordu Komutanlığı'nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının emrine girmek istemiyor. Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa vasıtasıyla 1' inci Ordu Komutanlığı'nı, Refet Paşa'ya teklif ettirdim. Kabul etmemiş. Nihayet, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe emrine girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa'yı 1' inci Ordu Komutanlığı'na getirdik.
Türklerin toparlandığını ve güçlendiğini gören Yunanlılar ve onlara destek veren İngilizler Eskişehir - Afyon hattında kalmaya karar vermişler ve bu hattı Büyük taarruza kadar geçecek l yıllık zaman içersinde ellerindeki bütün teknik imkanlarla tahkim ve takviye etmişlerdi. Ne Yunanlılar, ne İngilizler ne de diğerleri Türklerden asla bir taarruz hareketi beklemiyorlardı. Türk aydınlarının, hatta Türk subaylarının çoğu Türk ordusunun bir taarruz harekatı yapamayacağı kanaatindeydiler. Türk ordusu, birkaç küçük deneme dışında 1683 Viyana bozgunundan beri hep savunmada kalınmış, taarruz adeta unutulmuştu. Ama her ihtimale karşı Yunanlılar söz konusu hatta tahkimat yaparak hem güvenliklerini hem de Batı Anadolu'daki kalıcılıklarını garanti altına almak istediler. Yunanlıların gerçekleştirdiği savunma tesislerini gezen ve kontrol eden İngiliz askeri Uzmanlar şu değerlendirmede bulunurlar : "...Türklerin bu savunma tesislerine saldırması, boyunlarını kemente uzatmaları demektir...; Türkler bu tesisleri 6 ayda geçebilirlerse 1 günde geçtik saysınlar...". Yunanlıların başkomutanı general Hacıanesti söz konusu tesisleri teftiş ettikten sonra İzmir'e dönüşünde basın mensuplarına Türk ordusunu ve Türk ordusunun başkomutanını küçümsediğini göstermek için şöyle yorum yapacaktır : "...Cepheden geliyorum. Her tarafı dolaştım. Mustafa Kemal adında bir komutana rastlamadım...".
Sakarya savaşından sonra siyasi yollarla kurtuluşu gerçekleştirme çabalarına ağırlık veren Türk ordusu ve Başbuğ Atatürk ise, bu çabaların sonuçsuz kalması üzerine, 1683'ten beri büyük bir taarruza girmemiş olan ordumuzu Yunanlılara son darbeyi indirecek bir saldırı için hazırlamaya başladı. Temel yaklaşım şuydu : Yunanlıları ve İngilizleri şüphelendirmeden çok gizli bir şekilde ordumuz büyük bir taarruza hazırlanacak ve bu taarruzla kesin zafer kazanılarak Anadolu işgalden kurtarılacaktı. Taarruz planı büyük bir gizlilik içinde hazırlandı. Başbuğ Atatürk, Genelkurmay başkanı Fevzi Paşa, Batı cephesi komutanı İsmet Paşa ve Batı cephesindeki ordu komutanlarının dışında bu plandan haberdar olan yoktu. Gizliliğe tam anlamıyla riayet edildi. Ordumuz bu taarruz için personel, silah, cephane ve levazım açısından elden geldiğince ve yine gizli bir şekilde hazırlandı. Sakarya savaşından sonra geçen yaklaşık 1 yıllık süre bu hazırlıklarla geçmiştir. Taarruzun sıklet merkezi Afyon olacaktı. Dolaysıyla, diğer yerlerdeki, özellikle de Eskişehir civarındaki kuvvetlerimizin büyük bir kısmının Afyon bölgesine kaydırılması gerekiyordu. Bu çok zor bir işti. On binlerle ifade edebileceğimiz askeri birliklerimizi Yunan uçaklarından gizleyerek ve Yunan keşif kollarına göstermeden yüzlerce kilometre yürütecektik. Gündüzleri Yunan uçakların görmemesi mümkün değildi. Birlik aktarımı geceleri gerçekleştirildi. Yunan keşif kollarının ve gözcülerinin durumu fark etmemesi için de atların ayakları, arabaların tekerlekleri bezlerle, çuvallarla sarılarak ses çıkarmaları önlenmeye çalışıldı. Giden birlikleri gizlemek için, yerlerinde kalanlar çalı süpürgeleriyle toz bulutları yaparak olayı gizlemeye çalıştılar.
Bu arada İstanbul Hükümeti temel politika olarak "tam teslimiyet" i seçmişti. Batılılara, özellikle İngilizlere tabi olur, onların her istediğini yerine getirirsek, onların devleti kurtaracağı kanaati vardı İstanbul'da. Bu millet, bu devlet artık savaşamaz, savaşsa da kazanamazdı. Dünya savaşında bitmiş, tükenmişti. O halde yapılması gereken galip devletlerin istediklerini yapmak, onlara boyun eğmekti.
Bu durum ve şartlar altında Başbuğ Atatürk ve arkadaşları, bir yandan kurtuluş konusunda acele eden TBMM'yi teskin ederek, diğer yandan İngiliz ve Yunanlıları hem de dünya kamuoyunu şüphelendirmeden hazırlıklarını tamamladılar. Türk ordusunun asıl planı, baskın şeklindeki bir taarruzla Afyon cephesinde Yunan savunma tesislerini yarmak, Yunan ordusunun İzmir'le temasını kesip kuşatarak yok etmekti. TBMM taarruz hazırlıklarından haberdardı ama ne zaman ve nasıl taarruz edileceği konusunda hiçbir bilgiye sahip değildi. Başbuğ Atatürk Ankara basınına Çankaya köşkünde çay partileri verdiği ilanlarını verirken, aslında taarruz planlamasını tamamlamış ve Ankara'dan ayrılarak Konya -Akşehir üzerinden Afyon - Koca tepe sırtlarına varmıştı. Ve o tarihten itibaren Ankara'nın her yerle, bütün dünya ile telsiz, mektup gibi her türlü haberleşmesi yasaklanmıştı. Taarruzun sonuna kadar kimse net olarak ne olup bittiğini anlayamayacaktı.
26 Ağustos 1922 günü saat 05.30'da Türk topçularının ateşi ile Türklerin geciken Büyük Taarruzu başlayacak ve arkasından Piyadelerimizin kalkıştığı hücumla Yunan ordusu neye uğradığını şaşıracak ve 1 yıl uğraşarak hazırladığı savunma tesislerinin 30 saat gibi kısa bir zamanda aşıldığını görecek ve 27 Ağustos günü öğleye doğru geriye kaçmaya başlayacaktı. Ancak düşmanın gerisinde de Türk ordusu vardı. Fahrettin Paşanın kahraman süvarileri, geçilemez olarak düşünüldüğü için tedbir alınmasına lüzum görülmeyen Ahır dağlarını beklenmedik bir şekilde ve büyük fedakarlık ve kahramanlıklarla aşarak Yunan ordusunun arkasını çevireceklerdi. 30 Ağustos 1922'de Türkün kararlılığı ve vatanını savunma azmi karşısında tutunamayan Yunan kuvvetlerinin bir kısmı, yeni atanan baş komutanları ile birlikte esir olacak, bir kısmı da şuursuzca ve korkakça geçtikleri yerleri yakıp yıkarak, sivil ve savunmasız halkı kadın çoluk- çocuk demeden öldürerek İzmir'e doğru kaçmaya başlayacaklardı. İşte o zaman Başbuğ Atatürk hem Yunan orduları Baş komutanı küstah general Hacıanesti'ye "...Hacıanesti ! Neredesin ? Gel de ordularını kurtar ! ..." diye bağırarak hak ettiği cevabı verecekti. Başbuğ Atatürk Türk ordularına yeni hedefi de gösterecekti: "...Ordular ! İlk hedefiniz Akdeniz'dir . İleri !..." Ege'ye o yıllarda Akdeniz deniliyordu. Bu emri alan Türk ordusu büyük bir heyecan ve coşkuyla İzmir'e koşuyor, koşmuyor adeta uçuyordu. 9 Eylül 1922'de Türk ordusu İzmir'e girmiş ve 18 Eylül 1922'de esir olanların dışında Anadolu'da Yunan askeri kalmamış, kurtuluş gerçekleşmişti. Afyon, İzmir, Bursa Uşak... bütün Batı Anadolu 2 - 3 yıl katlandığı Yunan esaretinden, Yunan işgalinden kurtulmuştu.
Başbuğ Atatürk:
''Ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Millî Savunma Bakanı biliyorlardı. Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit - Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara'da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri'yle görüştükten sonra, o zaman Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri'ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri'yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür'atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.
Efendiler, artık Büyük Taarruz'dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar - Dumlupınar arasında bulunuyordu. Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü'nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu. Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara'dan Menderes'e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilâtı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi'ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilâtlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilâtımız da vardı. Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilâtı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılırsa, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu. Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephâne ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.
1'İNCİ ORDU KOMUTANI ALİ İHSAN PAŞA'NIN YARATTIĞI DURUM
Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2' nci Ordu'nun komutanı bugün Askerî Şûra üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri idi. 1' inci Ordumuzun komutasını Malta'dan gelmiş olan İhsan Paşa 'ya vermiştik. İhsan Paşa 'nın, kendisini Divan-ı Harbe kadar götüren yersiz ve davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.
Söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.
Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.
Ali İhsan Paşa 'nın bilinen, kendisine has özelliklerinden başlıcaları şunlardı :
En küçük birliklere kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek bütün ordusunda yalnız kendisinin kudret sahibi olduğunu zannettirmek. Büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese ispatlamak düşüncesine kapılmak. Gerek resmî iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin itibarlarını düşürmeye çalışmak. Savaş açısından tedbirde yerindelik ve sinirde sağlamlık yönleriyle kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan karakteri şuydu :
Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına veya üstüne yükleme yolunu her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli bulur.
Ali İhsan Paşa 'nın huyu ve ahlâkı konusunda, kendisinin kurmay başkanı iken çekilmek zorunda kalan Yarbay Halit Bey'in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı'na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmî bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı'nda, Irak'ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır :
" ----------------------------------------------------------
Komutanım Ali İhsan Paşa 'nın geldiği günden beri ast komutanların haysiyetini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı'na karşı astlara hissettirecek derecede yakışıksız bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın değer verdiği ve saygı duyduğu cephe karargâhının nüfuzunu azaltmak istediğini anlatır bir davranış tarzını benimsemiş olması, beni ciddî olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elimden geldiği kadar değiştirmeye çalıştım. Fakat yine büyük bir fark göremedim.
.-----------------------------------------------------------Aklında yer etmiş bencillik hastalığı, ün yapma hırsı, aşırı kıskançlık ve sonsuz bir bencilliığin etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yaninda söyledigi biribirine düşürücü sözlerden anlaşılıyordu. 11' nci Tûmen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada :
Ali İhsan Paşa ' nın Malta'da iken kurtulması için Ferit Paşa ' ya mektuplar yazdığını ve İngiliz mandasını kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışmalar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa 'nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum.." Astlardan gelen bazı evrakı cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularmı sarsma şeklindeki davranışlan da ayrıca dikkati çekmektedir. Söz gelişi : Şeyhelvan dağının düşman eline geçişi ile ilgili yazışmaların olduğu gibi 2 nci Kolordu'ya, 5 inci Kolordu'dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna rağmen, söz konusu olayın sorumluluğunu 5' inci Kolordu Komutanı'na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikâyette bulunması âmirlik niteliği ile bağdaştırılamaz, Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayınlattığı hâtıraları arasında, Ateşkes Anlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat'ta esir olan Dicle Grubu nun esirlik sebebini yalnız o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi nde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey' in üzerine atması da bu karakterinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22 nci Alaylarla Avcı Alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5' inci Tümen'den 13 ve 14' üncû Alaylar da parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması'ndan bir gün önce 13.000 kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı, Halbuki, ateşkes anlaşması yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun yenemezlerdi bile. Bu gruba 5' inci Tûmen de katılabilirdi. Ateşkes anlaşması yapıldığı zaman, esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı, Fakat sefil bir düşünce mantığa galebe çaImıştır.
Hâtıralarında, Dicle boyundaki bütün başan ve Townshend' in esir alınması şerefi, kendisine mâledilmiştir.... , Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan maksadı, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamlarm hâtıralarını yayınlamak, millette övünme duygularını canlı tutar ve gereklidir de, ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek nesilleri yanlış düşüncelere sürükler.
General Marshalli 'ın :
Yanzı ölene kadar Musul'u terk ediniz; aksi halde savaş esirisiniz, emri aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri Sincar çölünü geçerek Nusaybin'egitmek için General Marshall'dan resmi bir yazı ile kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey ' le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa ' dır) beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı. Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, koruyucusuz gidebilirdi veya süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep'te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde hayatının ve rahatının korunması için milli şerefi unutan paşa Hazretleri'nin ahlâkına örnek olmak üzere yukandaki olayları dile getirdim..... Eski komutanıma hoş görünmedim.Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım." Millete, Millî Ordu'yukuran ve millete zaferler kazandıranbüyük komutanlar gibiasil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlar, komutanlar gerekir. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dâhi de olsalar zararlı birer şahsiyettirIer. Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötû niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cür'et ettim. İran'da, Kafkas a'da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu harekat şube müdürü)Binbaşı C e m i l B e y son günlerde bana :" İyi ki Ali İhsan Paşa , Millî Mücadele'nin başlangıcında Anadolu'da bulunmadı. Malta'da bulunduğu iyi oldu. Aksi halde, hiç şüphe yok ki, aykırı bir yol tutardı dedi. Paşa'nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen C e m i l B e y , pek doğru söylemiştir... Ulu Tanrı'dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.
Efendiler, Ali İhsan Paşa, Meclis'teki muhalifler grup ileri gelenleri ile de temas ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek, hakkında kanunî işleme devam edilmek üzere Millî Savunma Bakanlığı emrine verilmesini onayladığım. 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey'den, makina başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bu telgrafı da bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit taraflarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki : 1' inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa' nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya'ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır.
Efendiler, bir komutanın görevden alınması, göreve tayini veya askerî mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis'çe dedikodu olabilecek bir söylenti haline gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı'nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey'e tarafından gereken cevap verildi.1' inci Ordu Komutanlığı bir süre vekâletle idare edildi. Fakat birinin asil olarak tayini gerekiyordu. Moskova Sefirliği'nden dönmüş olan Fuat Paşa'nın 1' inci Ordu Komutanlığı'nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının emrine girmek istemiyor. Millî Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa vasıtasıyla 1' inci Ordu Komutanlığı'nı, Refet Paşa'ya teklif ettirdim. Kabul etmemiş. Nihayet, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe emrine girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa'yı 1' inci Ordu Komutanlığı'na getirdik.