Devrim Hangi Baharın Çiçeğidir?
Ben sizin gibi biri değilim. Bunu bugün biraz daha net olarak görüyorum. Spora, futbola, taraftarlığa bakış açılarımız arasında kapanmaz uçurumlar var. Ben değişmeyeceğim, onu biliyorum. Aramızdaki o uçurumu kapatıp sizi bana yaklaştırabilecek bir güç de göremiyorum artık. Ben galiba fazla duygusal bakıyorum taraftarlık meselesine. Bir çeşit aitlik hissi bu. Bir bütünün parçası, bir ailenin ferdi olma hissi. Birlikte sevinip, birlikte üzülebilme lüksü. Lüks diyorum, çünkü belki de zamanın ve şartların getirdiği beklenmedik ve giderek artan bir yalnızlığı bertaraf edebilmenin bir yolu olarak gördüm Fenerbahçeliliği. Zamanla arttı bu his, genişledi ve başkalarının açtığı boşlukları –belki de üzerine vazife olmadığı halde- doldurdu. Galibiyeti, güzel futbolu, zaferleri sevdiğimi inkar edecek değilim. Beni de en az sizin kadar sarhoş ederler. Ama demek istediğim, benim için Fenerbahçelilik bu galibiyetlerin, zaferlerin ötesinde bir aile olma halidir. Ama bugün Aykut Hoca’yı istifaya çağırıp, “Şike” diye bağıranlarla aynı ailenin parçası olma fikrini aile olmanın doğasına aykırı buluyorum.
Hayır, Aykut Hoca ile ilgili methiyeler düzmeyeceğim. Her kelimesinde samimi olduğum çok şey yazdım Aykut Hoca için. Yine de az yazmışımdır. Zihnim, kalemim bu kadarına yetti. İstatistiklerle de konuşmak mümkün. Bu gece “bardağın dolu tarafına bakmak gerekirse” diye başlayan ve Aykut Hoca’nın Fenerbahçe’deki başarılarını özetleyen çok yorum dinledim, ne gariptir ki bu koroya geçmişte onu eleştirenler de dahil. “Aykut Hoca’nın devre arasında takımı bırakması daha çok zarar verir” topuna girecek kadar pragmatist de değilim. Bu gece onca laf kalabalığı içinde duyduğum en anlamlı sözü Cem Pamiroğlu söyledi: “Bu ülkede taraftarlar takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapıyorlar.” Benim derdim bu vasatla işte.
Bu ülkede taraftarın vasatı –ki ezici bir çoğunluğa tekabül ediyor- rakip takımların üzüntüsünden marazi bir mutluluk devşirmekte ne kadar mahirse, kendi takımının başarızlıklarında da o takımın hocasına, oyuncusuna karşı sadist, acımasız, abartılı bir tepki geliştirmekte o kadar mahir. Galip geldikçe alkış tuttukları, iltifata boğdukları o insanların canını acıtmadan, kalbini kırmadan kendi üzüntüsünü, sinirini bertaraf edemeyecek, huzur bulamayacak bir taraftar profili bu.
Benim kişisel Fenerbahçelilik tarihim – özellikle ilk yarısı- bolca mağlubiyet, hezimet barındırıyor. Fenerbahçe’nin dış mihraklara ihtiyaç duymadan kendi türbülansını kendi yaratabildiği dönemler. Dile kolay, 88-89 sezonundan sonra 2001 yılına kadar tek şampiyonluk görmüşüz. İlkokul, ortaokul derken lise bitmiş, bir şampiyonluk. Avrupa macerası ondan fena. Bu tablonun etkisiyle midir bilmiyorum, benim Fenerbahçe ile meselem galibiyet/mağlubiyet ikileminin hep ötesinde oldu. Bu beni mağlubiyetlere üzülmekten alıkoymamakla birlikte o mağlubiyeti de sahiplenme duygusu geliştirdi. Bir aile, bir cemaat olma hissi bu damardan büyüyüp gelişiyor.
Bu noktadan sonra taraftarlık kişisel tarihinin, alışkanlıklarının, rutininin bir parçası olmanın da ötesinde bir çeşit mesai halini alıyor. Antrenman nasıl geçti diye düşünüyorsun mesela. Takımda formsuz bir oyuncu varsa aklın onda oluyor, nasıl toparlar diye dertleniyorsun. Moralini yüksek tutsa bari. Maçta biri sakatlansa onunla birlikte acı duyuyorsun. Tam da yükselişe geçmişti. Deivid sakatlıktan döndüğü maçta gol atıp, göz yaşlarına boğulunca gözün onunla birlikte dolar. Galip gelmenin hazzı, onun yanında bir hiçtir. Aileye yeni katılanlar olur mesela. Stoch’la takımın buluşmasını hala hatırlıyorum. Boş olan takım otobüsüne binip önlerde bir koltuğa oturmuştu. Otobüse binen her oyuncu elini sıkıyor ya da kucaklıyordu. Stoch şaşkın ve çekingen, otobüse biri bindikçe kıpırdanıp, doğruluyor. Çabuk kaynaşsalar diyorsun. Sezer’le Emenike’ninki ise herkesin hatırındadır. Koca takım otelin önünde toplanıp karşılamış, kucaklamıştı. Emenike 1 maç oynamadan gitti ama aylar sonra hem de rakip takımın hocası olduğu halde oyundan çıkarken o ailenin babasının elini öptü, o günlerin hürmetiyle. Bir kere bu ailenin ferdi olunca ne kadar uzağa gidersen git kopamazsın diye düşündün.
Benim gibi bir taraftar için Göztepe maçı öenmlidir mesela. Galip geldiğimiz için değil. Yenilip elensek de dünyanın sonu değildi. 29 sene alamadığımız bir kupadan bahsediyoruz. Önemli olan takımın bir süredir bir profesyoneller ordusundan bir aileye dönüşme haliydi. Recep Niyaz gol atınca stadın güvenlik görevlileri bile kendi oğulları gol atmışcasına sevindi. O Recep, and içmiş ilk golümü atınca sevincimi hocama sarılıp yaşayacağım diye. O hocasına sarıldığında bir an için bir baba ya da bir evlat olduğunuzu anımsadıysanız o galibiyetten önemlidir. Ya da tüm takım Krasic’e moral bulsun, özgüveni yerine gelsin diye gol attırmaya çalışıp nihayet başarınca hakkı ödenmeyecek bir dostunuzu anımsayabiliyorsanız bu galibiyetten önemlidir. Futbol gerçek hayatı taklit edebildiği ya da dolaylı olarak da olsa onu yeniden üretebildiği ölçüde değerlidir. Galibiyet ya da mağlubiyet bunun ancak birer parçası olabilirler.
Aykut Hoca’ya bu takımın başına geçmeden önce de büyük hayranlığım vardı. Gol kralı olması, bu takımın efsane oyuncusu olması filan bir tarafa duruşu, karakteri, futbola bakışı ile Fenerbahçelilik kimliğini – şayet böyle tek bir kimlikten bahsetmek kabilse- üzerine inşaa edebileceğimiz bir figür olarak gördüm. Fenerbahçeliliğimin bir ölçütü oldu. Fenerbahçe’yi sadece başarıya endeksli yönetici ve taraftar profilinden, aldığı paraya bakan cilalı profesyoneller ordusundan bir aileye evrilmesini sağlayacak bir aktör olacaktı. O yapamazsa zaten kimse yapamazdı. 3 Temmuz süreci bütün yıpratıcılığa rağmen Aykut Hoca’ya bu fırsatı da sunmuş oldu bir bakıma. Bir süre için de olsa Fenerbahçe taraftarı şampiyonluğu ikinci plana atıp kenetlendiler, bir onur mücadelesinin neferi oldular.
Ben 3 Temmuz sürecinin verdiği bütün zararların yanında, etnik, dini ya da sınıfsal bir saikle bir araya gelmemiş Fenerbahçe taraftarını ortak bir mücadele alanı üzerinden örgütleme, kimliğini bu mücadele üzerinden yeniden tanımlama imkanı sunduğuna inandım. Bu kimlik üzerine inşaa edilecek Fenerbahçelilik olgusunun dayanışmacı, zalime direnen, mazlumun yanında bir cemaat, bir aile olmaya imkan vereceğini düşündüm. Aykut Kocaman bu olası dönüşümün sembolü olabilirdi pekala. Bunun önündeki en büyük engelin başta stadı dolduran “müşteriler” olmak üzere Fenerbahçeliliğini galibiyet/mağlubiyet matrisi üzerinden tanımlayan taraftarlar olduğunu berabere biten Marsilya maçından sonra yazmıştık:
“Belki çok daha önemli bir soru: eğer gelen beraberlik sonunda takınılan tavır arenada gladyatörün kellesini isteyen “müşteri”ninkinden daha anlamlı değilse nerede kaldı 3 Temmuz’dan bu yana sürdürülen mücadelenin o düzene meydan okuyan devrimciliği? Eğer bu takımın stada gelen taraftarı, son 2 senede yaşananları, bütün olumsuzluklara rağmen gelen başarıları ve uğruna soyadından ilhamla tezahüratlar ürettikleri bu başarının baş mimarını bir kalemde silip, kendini galibiyete – hadi gönül düşürüp en azından güzel oyuna- para ödeyen bir müşteriye indirgeyip, henüz 5 – 6 bilet önce parasını ödeyip geldiği maçta kendisine unutulmaz mutluluklar yaşatan adamı da istifaya davet edebiliyorsa, o sözümona futbolun kurulu düzenine meydan okuyanların da bu uğurda yaptıkları kadar yıktıklarını da konuşması gerekir. Fenerbahçe’de devrimin kendi çocuklarını yeme potansiyeli de bu tartışmadan hareketle başa bir yazının konusu olsun.”
O yazıyı yazmaya bile fırsat vermediler. Aykut Hoca nihayet istifa etti. Belki de Türkiye futbol tarihinde ilk defa yerlisi/yabancısı, kadroda olanı/olmayanıyla futbolcular tesislere gidip hocaya “sen yoksan biz de yokuz” dediler. Sahadaki oyunu kıyasıya eleştirebilirsiniz. Hocanın teknik/taktik bilgisini de. Malum bu ülke bilgisayar başında CM oynayarak sabahlayanın, o tecrübeyle hocaya yeteneksiz diyebilme cürretine sahip olduğu bir futbol atmosferine sahip. Elinizi korkak alıştırmayın. Ama hakkını da teslim edelim. Şu kısıtlı zamanda taraftarı dönüştürmek mümkün olamadı ama görünen o ki takım bir aile olmuş.
Yarın Aykut Hoca geri döner mi bilmiyorum. Bu saat itibariyle gelen haberlere göre dönme ihtimali yüksek görünüyor. Dönse bile, hatta dönüp de sezon sonunda takımı şampiyon yapsa bile artık bir devir bitmiş gibi geliyor bana. Bugün statta takım mağlup duruma düştüğünde Hoca’yı istifaya çağıranların, “şike” tezahüratı yapanların, Kuyt gol atınca yuhalayanların, hasılı takımları mağlup olunca, o sevdikleri insanların canlarını acıtmak için ellerinden geleni yapan “müşterilerin” futbol ikliminin vasatı oldukları, o vasatın da ezici bir coğunluğa tekabül ettği bir ülkede devrim bu baharın çiçeği değildir. Belki başka bahara. Kim bilir..
Papazınçayırı