kavara
02.Haziran.2006, 16:46
73 Nolu Mahkum Dr. Springer Galliban adında bir şahıs anlatıyor:
Çin'de Mareşal Eul-Chann-Ming'in özel doktoru olarak bulunuyordum. Yabancı biri olmama rağmen Mareşal'in çok güvenini kazanmıştım. Burada kaldığım beş yıl zarfında bana en çok tesir eden hatırâ ?u olmuştur:Han-Cheou şehrindeydik. Doktor olduğum için sabahın erken saatlerinde alana gittim. Herkes yerini aldıktan sonra mahkumları idam etmeye başladılar. Bu kargaşa içinde 73 numaralı mahkûm dikkatimi çekti. Zavallı rahat rahat ve kendini unutmuş bir halde kitap okuyordu. Bu durumdaki bir insanı çekebilecek kitabı çok merak etmiştim. Yanına giderek onunla konuşmaktan kendimi alamadım:
"-En son dakikalarınızda sizi tesellî edecek böyle bir kitap olabilir mi?" diye sordum. Gözlerini kitaptan kaldırmadan güzel bir İngilizce ile cevap verdi:
"-Bütün ömür boyunca edinilmiş tecrübelerin, bir dakika içinde boş olduğu anlaşılabilir. Öyle ki ölüm yaklaşırken bile…" Bu cevap karşısında söyleyecek bir şey bulamadım.
Genç subayın kılıcının her kalkıp inişinde, bir mahkûmun vücudu delik deşik oluyor, korkunç bir şekilde yere yıkılıyordu. Böyle bir durumda nasıl sâkin olabildiğini anlayamıyordum. Bu insan, kılını bile kıpırdatmadan okuyor, âdetâ başka bir âlem içinde yaşıyordu. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım:
"-Sizin için bir şey yapabilir miyim? Son bir isteğiniz var mı?" diye sordum.
Hayatını kurtarabilmem için bana yalvaracağını zannediyordum. O, başını kaldırdı, alaycı bakışlarla beni süzdükten sonra dalgın ve sakin bir sesle:
"-Hepimizin ölüm saati önceden tesbit edilmiştir. Üniformalı ?u genç adam, eline yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum. Siz Allah'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş. Yanılıyorsunuz…" dedi. Ve okumaya devam etti.
Henüz 46 mahkum öldürülmüştü ki, genç subayın sendeleyerek yere düştüğünü gördüm. Yanına koşup muayene ettim, ancak çok geçti, kalbi durmuştu. Âni bir ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belli değildi. Gözlerin kendiliğinden o Çinliyi aradı. O ise hâlâ kitabını okumaya devam ediyordu. Başka bir subay kılıcı alarak emir vermeye devam etti.
Mahkumların sırası git gide küçülüyordu. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum. Çinlinin ilk söylediği gerçekleşmişti, ya ikincisi… İnfazı kontrol etmek üzere etrafta atıyla dolaşan bir subay gördüm. Koşarak atının dizginlerine sarıldım.
"-Sayın albay, beni sevindirmek istemez misiniz?" diye sordum. Kısa zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim. "-Memnuniyetle doktor!.." diye cevap verdi.
"-73. mahkumu bana bağışlayın!.. Yaşamak onun hakkıdır… Daha o kadar genç ki.." diyebildim. Albay şaşırmıştı. Mareşal'in bu konularda çok titiz olduğunu, yapacak bir şeyin olmadığını ifade etti. Soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım.
O, hâlâ kitabından gözlerini ayırmıyor, böylece ölüme meydan okuduğunu zannediyordu.Âniden tiz bir boru sesiyle ateşkes işareti vererek dört nala bir emir atlısı alana girdi. Atından atlayan asker, albaya bir zarf uzattı. İnfazın bitmesine son iki mahkum kalmıştı. Albay kağıdı okuduktan sonra ateşkes emri verdi. Beni yanına çağırarak:
"-Koruduğunuz adamın şansı varmış doktor, gelen emir ona ait!." dedi.
Artık söylenebilecek tek kelime yoktu. Bakışlarımı Çinliye çevirdim, sanki kurtulan bendim. Sarsılmaksızın dimdik duruyor, Arapça yazıların bulunduğu kitabı elinden sarkarken gözleriyle uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Yüzünde ne korku ne sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda o da silindi…Kendime geldiğim zaman kaybolmuştu. Kendisini tanımayı çok istediğim halde onu, hiçbir zaman göremedim. Hâlâ yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum.
Yoldan Güzel Geçmek Bir kral halki için genis bir yol yaptırmaya karar verdi. Ancak yapımı
tamamlanan yolu halka açmadan önce, hatırlarda kalacakda bir yarışma
düzenlemeyi istiyordu. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan etti
kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını,
Bazıları en güzel elbiselerini getirmişti.Kadınlardan kimileri saçlarını en
güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri
getirmişti.Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın
yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu; Yolun bir yerinde büyükçe
bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü
bası toz, toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek, altınla
dolu bir torba uzatti ve:
" - Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan, insanların yolculuk etmesini
zorlaştıran bir taş ve moloz yığınını gördüm. İnsanlar rahat etsinler
diye
bu taş ve moloz yığınını kaldırmak için durdum. Yolu temizlerken, taşların
altında bu altınla dolu torbayı buldum. Halktan kimsenin bu kadar altını
olamayacağına göre, bu altınlar size ait olmalı."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
* "O altınlar sana ait."
* "Hayır, benim değil. "Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
* "Evet" dedi kral. "Bu altınlari sen kazandın, zira yarışmanın
galibi sensin.Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü,
YOLDAN EN GÜZEL
GEÇEN KİŞİ; ARDINDAN GELENLER İÇİN YOLDAKİ ENGELLERİ KALDIRAN KİŞİDİR.
Cesaret Üzerine
Yıllar önce Stanford Hastanesi'nde gönüllü olarak çalıştığım zaman, çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Liza adında bir kız tanıdım.
İyileşmesi için bir tek yol vardı, beş yaşındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu.
Erkek kardeşi aynı hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu.
Doktor bu durumu Liza'nın erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu.
Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra,
"Evet, eğer Liza kurtulacaksa veririm" dedi. Kan nakli yapılırken, küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizimle birlikte gülümsüyordu.
Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle,
"Hemen mi öleceğim?" diye sordu.
Anladık ki yaşı çok küçük olduğu için, doktorun sözlerini yanlış anlamış ve kanının tümünü ablasına vermesi gerektiğini düşünüp onu kabul etmişti.
Fısıltı ve Tuğla
Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı.
Arabayla caddeden yavasça geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti:
"Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz?Benim için çok ağır."
Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın...
hepsi cok güzeL ya.
Çin'de Mareşal Eul-Chann-Ming'in özel doktoru olarak bulunuyordum. Yabancı biri olmama rağmen Mareşal'in çok güvenini kazanmıştım. Burada kaldığım beş yıl zarfında bana en çok tesir eden hatırâ ?u olmuştur:Han-Cheou şehrindeydik. Doktor olduğum için sabahın erken saatlerinde alana gittim. Herkes yerini aldıktan sonra mahkumları idam etmeye başladılar. Bu kargaşa içinde 73 numaralı mahkûm dikkatimi çekti. Zavallı rahat rahat ve kendini unutmuş bir halde kitap okuyordu. Bu durumdaki bir insanı çekebilecek kitabı çok merak etmiştim. Yanına giderek onunla konuşmaktan kendimi alamadım:
"-En son dakikalarınızda sizi tesellî edecek böyle bir kitap olabilir mi?" diye sordum. Gözlerini kitaptan kaldırmadan güzel bir İngilizce ile cevap verdi:
"-Bütün ömür boyunca edinilmiş tecrübelerin, bir dakika içinde boş olduğu anlaşılabilir. Öyle ki ölüm yaklaşırken bile…" Bu cevap karşısında söyleyecek bir şey bulamadım.
Genç subayın kılıcının her kalkıp inişinde, bir mahkûmun vücudu delik deşik oluyor, korkunç bir şekilde yere yıkılıyordu. Böyle bir durumda nasıl sâkin olabildiğini anlayamıyordum. Bu insan, kılını bile kıpırdatmadan okuyor, âdetâ başka bir âlem içinde yaşıyordu. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım:
"-Sizin için bir şey yapabilir miyim? Son bir isteğiniz var mı?" diye sordum.
Hayatını kurtarabilmem için bana yalvaracağını zannediyordum. O, başını kaldırdı, alaycı bakışlarla beni süzdükten sonra dalgın ve sakin bir sesle:
"-Hepimizin ölüm saati önceden tesbit edilmiştir. Üniformalı ?u genç adam, eline yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum. Siz Allah'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş. Yanılıyorsunuz…" dedi. Ve okumaya devam etti.
Henüz 46 mahkum öldürülmüştü ki, genç subayın sendeleyerek yere düştüğünü gördüm. Yanına koşup muayene ettim, ancak çok geçti, kalbi durmuştu. Âni bir ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belli değildi. Gözlerin kendiliğinden o Çinliyi aradı. O ise hâlâ kitabını okumaya devam ediyordu. Başka bir subay kılıcı alarak emir vermeye devam etti.
Mahkumların sırası git gide küçülüyordu. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum. Çinlinin ilk söylediği gerçekleşmişti, ya ikincisi… İnfazı kontrol etmek üzere etrafta atıyla dolaşan bir subay gördüm. Koşarak atının dizginlerine sarıldım.
"-Sayın albay, beni sevindirmek istemez misiniz?" diye sordum. Kısa zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim. "-Memnuniyetle doktor!.." diye cevap verdi.
"-73. mahkumu bana bağışlayın!.. Yaşamak onun hakkıdır… Daha o kadar genç ki.." diyebildim. Albay şaşırmıştı. Mareşal'in bu konularda çok titiz olduğunu, yapacak bir şeyin olmadığını ifade etti. Soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım.
O, hâlâ kitabından gözlerini ayırmıyor, böylece ölüme meydan okuduğunu zannediyordu.Âniden tiz bir boru sesiyle ateşkes işareti vererek dört nala bir emir atlısı alana girdi. Atından atlayan asker, albaya bir zarf uzattı. İnfazın bitmesine son iki mahkum kalmıştı. Albay kağıdı okuduktan sonra ateşkes emri verdi. Beni yanına çağırarak:
"-Koruduğunuz adamın şansı varmış doktor, gelen emir ona ait!." dedi.
Artık söylenebilecek tek kelime yoktu. Bakışlarımı Çinliye çevirdim, sanki kurtulan bendim. Sarsılmaksızın dimdik duruyor, Arapça yazıların bulunduğu kitabı elinden sarkarken gözleriyle uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Yüzünde ne korku ne sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda o da silindi…Kendime geldiğim zaman kaybolmuştu. Kendisini tanımayı çok istediğim halde onu, hiçbir zaman göremedim. Hâlâ yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum.
Yoldan Güzel Geçmek Bir kral halki için genis bir yol yaptırmaya karar verdi. Ancak yapımı
tamamlanan yolu halka açmadan önce, hatırlarda kalacakda bir yarışma
düzenlemeyi istiyordu. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan etti
kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.
Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını,
Bazıları en güzel elbiselerini getirmişti.Kadınlardan kimileri saçlarını en
güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri
getirmişti.Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın
yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu; Yolun bir yerinde büyükçe
bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü
bası toz, toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek, altınla
dolu bir torba uzatti ve:
" - Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan, insanların yolculuk etmesini
zorlaştıran bir taş ve moloz yığınını gördüm. İnsanlar rahat etsinler
diye
bu taş ve moloz yığınını kaldırmak için durdum. Yolu temizlerken, taşların
altında bu altınla dolu torbayı buldum. Halktan kimsenin bu kadar altını
olamayacağına göre, bu altınlar size ait olmalı."
Kral gülümseyerek cevap verdi:
* "O altınlar sana ait."
* "Hayır, benim değil. "Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
* "Evet" dedi kral. "Bu altınlari sen kazandın, zira yarışmanın
galibi sensin.Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü,
YOLDAN EN GÜZEL
GEÇEN KİŞİ; ARDINDAN GELENLER İÇİN YOLDAKİ ENGELLERİ KALDIRAN KİŞİDİR.
Cesaret Üzerine
Yıllar önce Stanford Hastanesi'nde gönüllü olarak çalıştığım zaman, çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Liza adında bir kız tanıdım.
İyileşmesi için bir tek yol vardı, beş yaşındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu.
Erkek kardeşi aynı hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu.
Doktor bu durumu Liza'nın erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu.
Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra,
"Evet, eğer Liza kurtulacaksa veririm" dedi. Kan nakli yapılırken, küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizimle birlikte gülümsüyordu.
Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle,
"Hemen mi öleceğim?" diye sordu.
Anladık ki yaşı çok küçük olduğu için, doktorun sözlerini yanlış anlamış ve kanının tümünü ablasına vermesi gerektiğini düşünüp onu kabul etmişti.
Fısıltı ve Tuğla
Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı.
Arabayla caddeden yavasça geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti:
"Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
"Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
"Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz?Benim için çok ağır."
Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
Tercihi siz yapın...
hepsi cok güzeL ya.