1 ile 13 arası toplam 13 sonuç

Konu: Düşündürücü hikayeLer, okuyun ders çıkartın

  1. #1
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    75

    Default Düşündürücü hikayeLer, okuyun ders çıkartın

    73 Nolu Mahkum Dr. Springer Galliban adında bir şahıs anlatıyor:
    Çin'de Mareşal Eul-Chann-Ming'in özel doktoru olarak bulunuyordum. Yabancı biri olmama rağmen Mareşal'in çok güvenini kazanmıştım. Burada kaldığım beş yıl zarfında bana en çok tesir eden hatırâ ?u olmuştur:Han-Cheou şehrindeydik. Doktor olduğum için sabahın erken saatlerinde alana gittim. Herkes yerini aldıktan sonra mahkumları idam etmeye başladılar. Bu kargaşa içinde 73 numaralı mahkûm dikkatimi çekti. Zavallı rahat rahat ve kendini unutmuş bir halde kitap okuyordu. Bu durumdaki bir insanı çekebilecek kitabı çok merak etmiştim. Yanına giderek onunla konuşmaktan kendimi alamadım:
    "-En son dakikalarınızda sizi tesellî edecek böyle bir kitap olabilir mi?" diye sordum. Gözlerini kitaptan kaldırmadan güzel bir İngilizce ile cevap verdi:
    "-Bütün ömür boyunca edinilmiş tecrübelerin, bir dakika içinde boş olduğu anlaşılabilir. Öyle ki ölüm yaklaşırken bile…" Bu cevap karşısında söyleyecek bir şey bulamadım.
    Genç subayın kılıcının her kalkıp inişinde, bir mahkûmun vücudu delik deşik oluyor, korkunç bir şekilde yere yıkılıyordu. Böyle bir durumda nasıl sâkin olabildiğini anlayamıyordum. Bu insan, kılını bile kıpırdatmadan okuyor, âdetâ başka bir âlem içinde yaşıyordu. Elindeki kitabın sayfalarını çevirirken kendimi tutamadım:
    "-Sizin için bir şey yapabilir miyim? Son bir isteğiniz var mı?" diye sordum.
    Hayatını kurtarabilmem için bana yalvaracağını zannediyordum. O, başını kaldırdı, alaycı bakışlarla beni süzdükten sonra dalgın ve sakin bir sesle:
    "-Hepimizin ölüm saati önceden tesbit edilmiştir. Üniformalı ?u genç adam, eline yakışmayan kılıcıyla ölüme emir verdiğini sanıyor. Halbuki yanılıyor doktorcuğum. Siz Allah'ın huzuruna benden önce çağrılabilirsiniz. İnsanlara hayat vermek veya almak hakkını bunlara kim vermiş. Yanılıyorsunuz…" dedi. Ve okumaya devam etti.
    Henüz 46 mahkum öldürülmüştü ki, genç subayın sendeleyerek yere düştüğünü gördüm. Yanına koşup muayene ettim, ancak çok geçti, kalbi durmuştu. Âni bir ölümle karşı karşıyaydım, sebebi belli değildi. Gözlerin kendiliğinden o Çinliyi aradı. O ise hâlâ kitabını okumaya devam ediyordu. Başka bir subay kılıcı alarak emir vermeye devam etti.
    Mahkumların sırası git gide küçülüyordu. Soğuk soğuk terlediğimi hissediyordum. Çinlinin ilk söylediği gerçekleşmişti, ya ikincisi… İnfazı kontrol etmek üzere etrafta atıyla dolaşan bir subay gördüm. Koşarak atının dizginlerine sarıldım.
    "-Sayın albay, beni sevindirmek istemez misiniz?" diye sordum. Kısa zaman önce mühim ve derin bir yarasını tedavi etmiştim. "-Memnuniyetle doktor!.." diye cevap verdi.
    "-73. mahkumu bana bağışlayın!.. Yaşamak onun hakkıdır… Daha o kadar genç ki.." diyebildim. Albay şaşırmıştı. Mareşal'in bu konularda çok titiz olduğunu, yapacak bir şeyin olmadığını ifade etti. Soğukkanlılığımı kaybettiğim için utanmıştım.
    O, hâlâ kitabından gözlerini ayırmıyor, böylece ölüme meydan okuduğunu zannediyordu.Âniden tiz bir boru sesiyle ateşkes işareti vererek dört nala bir emir atlısı alana girdi. Atından atlayan asker, albaya bir zarf uzattı. İnfazın bitmesine son iki mahkum kalmıştı. Albay kağıdı okuduktan sonra ateşkes emri verdi. Beni yanına çağırarak:
    "-Koruduğunuz adamın şansı varmış doktor, gelen emir ona ait!." dedi.
    Artık söylenebilecek tek kelime yoktu. Bakışlarımı Çinliye çevirdim, sanki kurtulan bendim. Sarsılmaksızın dimdik duruyor, Arapça yazıların bulunduğu kitabı elinden sarkarken gözleriyle uzaklara bakıyordu. Sanki bu topraklardan ötesini görmek istiyordu. Yüzünde ne korku ne sevinç izleri seziliyordu. Çevremde her şey dönüyordu, sonunda o da silindi…Kendime geldiğim zaman kaybolmuştu. Kendisini tanımayı çok istediğim halde onu, hiçbir zaman göremedim. Hâlâ yaşadığını sanıyorum, çünkü ben de yaşıyorum.




    Yoldan Güzel Geçmek Bir kral halki için genis bir yol yaptırmaya karar verdi. Ancak yapımı
    tamamlanan yolu halka açmadan önce, hatırlarda kalacakda bir yarışma
    düzenlemeyi istiyordu. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan etti
    kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi.
    Yarışma günü, insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını,
    Bazıları en güzel elbiselerini getirmişti.Kadınlardan kimileri saçlarını en
    güzel biçimde yaptırmıştı, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri
    getirmişti.Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu.
    Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler, fakat yolu kat edip tekrar kralın
    yanına döndüklerine hepsi aynı şikayette bulundu; Yolun bir yerinde büyükçe
    bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu.
    Günün sonunda yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü
    bası toz, toprak içindeydi, ama krala büyük bir saygıyla yönelerek, altınla
    dolu bir torba uzatti ve:
    " - Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan, insanların yolculuk etmesini
    zorlaştıran bir taş ve moloz yığınını gördüm. İnsanlar rahat etsinler
    diye
    bu taş ve moloz yığınını kaldırmak için durdum. Yolu temizlerken, taşların
    altında bu altınla dolu torbayı buldum. Halktan kimsenin bu kadar altını
    olamayacağına göre, bu altınlar size ait olmalı."
    Kral gülümseyerek cevap verdi:
    * "O altınlar sana ait."
    * "Hayır, benim değil. "Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı."
    * "Evet" dedi kral. "Bu altınlari sen kazandın, zira yarışmanın
    galibi sensin.Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü,
    YOLDAN EN GÜZEL
    GEÇEN KİŞİ; ARDINDAN GELENLER İÇİN YOLDAKİ ENGELLERİ KALDIRAN KİŞİDİR.



    Cesaret Üzerine
    Yıllar önce Stanford Hastanesi'nde gönüllü olarak çalıştığım zaman, çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Liza adında bir kız tanıdım.
    İyileşmesi için bir tek yol vardı, beş yaşındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu.
    Erkek kardeşi aynı hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu.
    Doktor bu durumu Liza'nın erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu.
    Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra,
    "Evet, eğer Liza kurtulacaksa veririm" dedi. Kan nakli yapılırken, küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizimle birlikte gülümsüyordu.
    Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle,
    "Hemen mi öleceğim?" diye sordu.
    Anladık ki yaşı çok küçük olduğu için, doktorun sözlerini yanlış anlamış ve kanının tümünü ablasına vermesi gerektiğini düşünüp onu kabul etmişti.


    Fısıltı ve Tuğla
    Genç ve başarılı bir yönetici, yeni Jaguar'ıyla bir mahalleden hızlı bir şekilde geçiyordu. Parketmiş arabaların arasından yola aniden çıkabilecek çocuklara dikkat ediyordu ve bir şey gördüğünü sanarak yavaşladı.
    Arabayla caddeden yavasça geçerken hiç bir çocuk göremedi fakat, arabasının kapısına bir tuğla atıldığını farketti. Aniden arabasını durdurarak tuğlanın fırlatıldığı yere geri döndü.
    Arabadan indi, orada bulunan küçük bir çocuğu tuttu ve onu parketmiş bir arabaya doğru iterek bağırmaya başladı; "Bunu neden yaptın?
    Sen de kimsin, ne yaptığının farkında mısın?" İyice sinirlenerek devam etti:
    "Bu yeni bir araba ve atmış olduğun bu tuğla bana çok pahalıya malolacak. Bunu neden yaptın?" Çocuk yalvararak cevap verdi:
    "Lütfen efendim. Çok üzgünüm ama başka ne yapabilirdim bilmiyordum. Eğer tuğlayı fırlatmasaydım kimse durmazdı" Parketmiş bir arabanın arkasına işaret ederken çocuğun gözyaşları çenesine süzülüyordu.
    "Kardeşim kaldırımın kenarından yuvarlandı ve tekerlekli sandalyesinden düştü, ben onu kaldıramıyorum. Lütfen onu tekerlekli sandalyesine oturtmam için bana yardım eder misiniz?Benim için çok ağır."
    Bu durumdan son derece duygulanan genç yönetici, boğazında büyüyen yumruyu zar zor da olsa yutkundu. Yerdeki genci kaldırarak, tekerlekli sandalyeye geri oturttu. Mendiliyle, çizik ve yaraları sildi ve adamın ciddi bir yarası olup olmadığını kontrol etti.
    Küçük çocuk genç yöneticiye dönerek "teşekkür ederim efendim, Tanrı sizden razı olsun" dedi. Genç yönetici, küçük çocuğun, ağabeyini kaldırımdan evine doğru götürmesini izledi. Bulunduğu yerden arabasına geri dönmesi oldukça uzun sürmüştü. Uzun ve yavaş bir yürüyüştü.
    Genç yönetici, kapıyı hiç tamir ettirmedi. Kapıda oluşan çöküğü, hayatını birisinin kendisine tuğla atmasını gerektirecek kadar hızlı yaşamaması gerektiğini hatırlatması için öylece bıraktı.
    Tanrı, ruhunuza fısıldar ve kalbinize konuşur. Bazan, dinleyecek kadar zamanınız olmadığında ise, size bir tuğla fırlatır. İster fısıltıyı, ister tuğlayı dinleyin.
    Tercihi siz yapın...

    hepsi cok güzeL ya.

  2. #2
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul / Samsun
    Yaş
    33
    Mesajlar
    11,543

    Default

    çok güzel hikayeler saol
    ultrAslan UNI ! ultrAslan UNI ! ultrAslan UNI !

    Bir forum aktifliğini kaybettiği zaman üyeler gider, adamlar kalır. | Pavel Nedved

  3. #3
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    75

    Default

    Quote Originally Posted by cifaaa
    çok güzel hikayeler saol
    tşk ederim sagol yorumun icin. eger begenilirse dahasıda var onlarıda koyarım.

  4. #4
    Nesil
    2006
    Yer
    Karşıyaka 35½
    Yaş
    39
    Mesajlar
    8,683

    Default

    gerçekten çok güzel hikayeler bu tür hikayeler hep hoşuma gitmiştir zaten....
    "YÜCE ATATÜRK"

  5. #5
    Nesil
    2004
    Yer
    Jeddah to Ankara
    Yaş
    37
    Mesajlar
    218

    Default

    73. mahkum hikayesinden cok etkilendim..

  6. #6
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    75

    Default

    Quote Originally Posted by enesao
    73. mahkum hikayesinden cok etkilendim..
    Aynen bende.En güzeli o olduğu icin onu başa koydum.

  7. #7
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul - Tokat
    Yaş
    35
    Mesajlar
    2,880

    Default

    ewt hepsi güzel hikayeler paylaşım için saol

  8. #8
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    75

    Default

    Bana Gözyaşı Borcun Var !
    Adam genç kadına seslendi:
    - Bana gözyaşı borcun var!
    Genç kadın sordu:
    - Nasıl öderim?
    Adam gözlerini kırptı
    - Haydi gülümse!
    Gülümsedi genç kadın. Adam, cebinden mendilini çıkarıp, borcunu sildi. Ve mendilini özenle katlayıp, yine kalbinin üzerindeki iç cebine koydu. Bir demet mor sümbül vardı kadının elinde. İkisi de bahar kokuyordu...
    Biri ilkbahar, diğeri güz. Adam, seslendi yine
    - Bana mutluluk borcun var!
    Genç kadın, biraz mahcup, biraz şaşkın sordu:
    -Nasıl ödeyebilirim?
    Heyecanlandı adam
    - Haydi yat dizlerime!
    Genç kadın bir kedi uysallığında, yattı dizlerine usulca. Adam, şefkatle saçlarını taramaya başladı kadının. Saçları, güneşe ve yağmurlara hasret hiç yaşanmamış baharlara benziyordu. Çaresizliğini ördü sırasıra. Sonra saçının her teline, mutluluğun çığlıklarını bağladı adam.
    Yetmedi, gizli düğüm attı... Ağladı. Hava kararmak üzereydi. Dışarıda yağmur yağıyordu delice.
    Adam, sürekli borç defterlerini kurcalıyordu. Genç kadının gözlerinin içine baktı
    - Bana yürek borcun var!
    Borcunun farkındaydı sanki genç kadın, şaşırmadı.
    - Bu borcumu nasıl ödeyebilirim? Adam kollarını uzattı
    - Haydi tut ellerimi!
    Sümbül kokusu sinmiş ellerini uzattı genç kadın. Elleri öyle sıcaktı ki, eriyiverdi bütün borcu avuçlarının içinde. Genç kadın gitmek üzereydi. Adam son kez seslendi
    - Bana can borcun var! Kadın irkildi
    - Can mı?
    Sigarasından derin bir nefes çekti adam
    - Evet... Can borcun var. Sensizlik öldürüyor beni!
    Hoşuna gitti sözler kadının
    - Peki bu borcumu nasıl tahsil etmeyi düşünüyorsun? Adam, biraz daha yaklaştı
    - Yum gözlerini!
    Hiç tereddüt etmeden yumdu gözlerini.
    Adam da yumdu gözlerini, masumca bir öpücük kondurdu kadının titreyen dudaklarına.
    - Bu ne şimdi yaptığın? diyerek çattı kaslarını kadın...
    Adam, pişmanlıkla, memnunluk arasında gidip geldi. Kekeledi
    - Hayat öpücüğüydü!
    Kısa bir sessizliğin ardından bu kez kadın öptü adamı şehvetle... Adam, şaşırdı
    - Ya senin bu yaptığın neydi? Genç kadın kapıya yöneldi
    - Veda öpücüğü!
    Kalan borçlarına karşılık, yürek dolusu çaresizlik ve bir de mor sümbüllerini masanın üzerine rehin bırakıp gitti genç kadın. Adam koştu peşinden sümbülleri geri verdi kadına.
    - Ne olur iyi bak umut çiçeklerime, solmasınlar...
    Genç kadın sümbülleri aldı:
    - Merak etme, gün aşırı sularım çiçeklerini!
    Adam sevindi:
    - Güneşe, suya gerek yok. Gülümse yeter!
    Kadın gözden kaybolurken haykırdı adam,
    - Umutlarımı kefil yaptım. Unutma, bana aşk borçlusun!
    Haykırışı yağmura karıştı. Kadın, yağmuru hissetmeyen kalabalığa......




    Beyaz Gardenya 12 yaşımdan bu yana, her yıl doğum günümde bana, kimin gönderdiği belli olmayan beyaz bir gardenya gelirdi. Üzerinde ne bir not, ne de bir kart olurdu. Çaresiz bir şekilde çiçekçiyi aradığımda ise ödemenin peşin yapıldığını söylerlerdi.
    Bir süre sonra, çiçeği gönderenin kimliğini öğrenme çabalarımdan vazgeçtim. Yumuşacık, pembe kâğıtlara sarılmış sihirli bir görünüm sergileyen beyaz çiçeğin baş döndüren kokusunun ve güzelliğinin tadını çıkarmaya başladım.
    Fakat, hiçbir zaman da gönderenin kim olduğu üzerine hayaller kurmaktan vazgeçmedim.
    En mutlu anlarım, kimliğini saklayan bu çok utangaç, ama tuhaf, aynı zamanda heyecan verici ve harika insanın kim olduğunu düşünerek geçti.
    Ergenlik dönemimde, çiçeği gönderenin beni çok seven ya da benim tanımadığım, ama bana hayran bir erkek olduğunu düşünmek çok zevkliydi.Annem genellikle benim bu hayallerime katkıda bulunurdu.
    Bana sık sık, bu kişinin iyilik yaptığım ve teşekkürünü bu biçimde dile getirecek biri olup olmadığını sorardı. O zaman, bisikletime binerken, küçük çocuklarıyla alışverişten eli kolu dolu olarak evine gelen komşumuzu anımsardım. Çünkü, her zaman o komşumuzun aldıklarını arabasından eve taşımasına yardım eder ya da çocukların yola fırlamalarını engellerdim.
    Çiçekleri gönderen, belki de caddenin karşısındaki evde oturan yaşlı adamdı. Kışın buz tutan merdivenlerden inerken düşmemesi için, posta kutusundaki mektuplarını ben alır götürürdüm evine.
    Annem, gardenya konusunda hep hayal gücümü kullanmama yardım etmiştir. Çocuklarının hep yaratıcı olmalarını isterdi. Ayrıca, sadece kendisinin değil, tüm dünyanın bizi sevdiğini hissetmemizi isterdi.
    17 yaşıma geldiğimde, bir erkek kalbimi kırdı. Beni telefonla son kez aradığı gece, uyuyana kadar ağladım. Ertesi sabah uyandığımda, aynamın üzerine rujla yazılmış bir not buldum:
    - "Yarı-Tanrılar çekip gittiklerinde, gerçek Tanrılar ortaya çıkarlar. Unutma!" Emerson'un bu sözleri hakkında uzun uzun düşündüm ve çektiğim acılar yok olana kadar da annemin yazdıklarını aynamdan silmedim. Cam siliciyi elime aldığımda annem gerçekten iyileştiğimi biliyordu artık.
    Fakat, elbette annemin iyileştiremeyeceği yaralar da aldım. Liseden mezun olmadan bir hafta önce babam bir kalp krizi geçirip öldü. Duyduğum üzüntü bir anda terkedilmişliğe, korkuya, güvensizliğe ve öfkeye dönüşmüştü.
    Babam, yaşamımın en önemli olaylarının birinde beni terketmişti. Yaklaşmakta olan mezuniyet törenim, sahnelediğimiz oyun ve balo artık hiç ilgimi çekmiyordu. Oysa, bütün bunlar için uzun bir zaman çalışmıştım ve mezuniyet günümü dört gözle bekliyordum.
    Üniversiteye gitmeyi çok istememe karşın, kendimi daha güvende hissettiğim için evden ayrılmamayı bile düşünmeye başlamıştım.
    Yaşadığı büyük acı bile annemin duygularımı anlamasını engellememişti. Babam ölmeden bir gün önce, baloda giyeceğim elbiseyi satın almak için alışverişe gitmiştik ve çok güzel bir elbise beğenmiştik. Kırmızı, beyaz ve mavi puanlı, çok güzel bir elbiseydi. Elbiseyi giydiğim zaman kendimi Scarlet O'Hara'ya benzetmiştim. Fakat, elbisenin bedeni büyüktü ve ertesi gün babam ölünce, elbise tamamen aklımdan çıkmıştı.
    Oysa annem unutmamıştı elbiseyi. Balodan bir gün önce, bir de baktım ki elbise oturma odamızdaki kanepenin üzerinde beni bekliyor - hem de benim bedenimde. Benim için o elbisenin hiçbir önemi kalmamıştı, ama annem için çok önemliydi.
    Çocuklarının kendilerini nasıl hissettikleri her zaman onun için çok önemli olmuştu. Bize, çirkinliklerde bile bir güzellik bulmayı öğretmişti.
    Annem çocuklarının kendilerini gardenya gibi görmelerini istemişti - güzel, güçlü, mükemmel ve sihirli ve belki de biraz gizemli bir koku ile birlikte.
    Annem, ben 22 yaşıma geldiğimde öldü ve ben annemin ölümünden 10 gün sonra evlendim.

    Gardenyalar o yıldan sonra gelmez oldu.



    Sütcü
    İhtiyar adam, zorlukla taşıdığı süt güğümlerini çadır direkleri arasından geçirmeye çalışırken:
    -Süüt...!, diye bağırıyordu. Süt isteyen süt kuzularına...
    İhtiyar, henüz sözünü tamamlamamıştı ki, çadırından çıkan öfkeli bir adam:
    -Sen aklını kaçırdın herhalde! diye kükredi. Biz yaralarımızla uğraşırken, sen para kazanma sevdasındasın.
    Yaşlı adamın gözleri dolmuştu. Yumuşak bir sesle:
    -Bu depremde dört torunumu kaybettim evladım, dedi. Onların içecekleri sütü diğer yavrularıma hediye etmek istemişsem, hata mı etmişim.
    Bu hadiseyi anlatanlar, "ihtiyar adama çıkışan o kişinin ağlayışını ve ona sarılarak özür dileyişini hiç unutamıyoruz" diyorlar.Yukarıdaki tablo,
    17 Ağustos depreminde Sapanca'da yaşandı. Ama gazeteler yazmadı.


    İki Simge
    Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede
    birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden
    biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli
    o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
    Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt
    köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu
    düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin
    neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla,
    sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
    - "Onlar" dedi, "benim için iki simgedir evlat."
    - "Neyin simgesi" diye sordu çocuk.
    - "İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik
    ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe
    ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
    Çocuk, sözün burasında; 'mücadele varsa, kazananı da olmalı' diye
    düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
    - "Peki" dedi. "Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
    Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
    - "Hangisi mi evlat?

    Ben, hangisini daha iyi beslersem!"

  9. #9
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    926

    Default

    güzel hikayeler. paylaşım için sağol. henüz hepsini okuyamadım, ama okuyorum teker teker
    ...Eğer mücadele ettiğin noktaya varmayı ummuyorsan, mücadele edemezsin...

  10. #10
    Nesil
    2006
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    75

    Default

    Quote Originally Posted by LaKe
    güzel hikayeler. paylaşım için sağol. henüz hepsini okuyamadım, ama okuyorum teker teker
    tşk ederim. Genellikle öyle olur zaten

  11. #11

    Default

    teşekkürler güzeldı sağol...

  12. #12
    Nesil
    2006
    Yer
    istanbul
    Yaş
    33
    Mesajlar
    0

    Default

    hepsi birbirinden etkileyici tebrikler...

  13. #13
    Nesil
    2005
    Yer
    İstanbul/Antalya
    Yaş
    35
    Mesajlar
    2,141

    Default

    tesekkürler 73. mahkum cok güzel

Mesaj Yetkileri

  • You may not post new threads
  • You may not post replies
  • You may not post attachments
  • You may not edit your posts
  •