Küçükken korkularım vardı. Bir sandalyede otururken görünmeyen bir elin yakamdan tutup beni yer altındaki korkunç mezarlıklara, bilmediğim dinlerin terk edilmiş tapınaklarına bir kurban olarak sunacağını düşlerdim. Filmlerdeki gibi, hani ilkel bir kabile, adaya düşen bir maceracıyı bir kazığa bağlar, ardından eşsiz naralar ve ağıtlar eşliğinde kahramanımızı patlamak üzere olan volkan kurban etmeyi amaçlar ya, taki maceracımızın şansı dönene yada eski dostu yetişip onu kurtarana dek...
Ne yazık ki bu hikayelerin doğruluk payının yüzde sıfır olduğunu farketmem için biraz büyümem gerekti, ve bu ruhsal-fiziksel gelişme pahalıya patlayıp bir daha şansımın dönmemesine yol açtı, dost desen zaten hak getire.
İnsan büyüdükçe, hayatın yumruğunu adi bir serserinin seni sokak arasında kuytu bir köşede sıkıştırıp üç beş kuruş uğruna tartaklaması misali tüzüne yüzüne yedikçe anlıyor bir bebeğin yüzündeki masumluğun yetişkin bir birey için erişilemez bir ütopya olduğunu. Sürekli büyüyüp gelişen, içindeki korkular ve ruhsal çöküntülerin yol açtığı cam kırıklarıyla beslenen bir vahşet, masum adı ütopya, halk arasında "hayat". Ve onun erişilemez güzelliklerini öyle yada böyle tadan birileri. Öbür yanda elinde bir parça somun ekmekle izleyen ötekileri, çaresiz, mutsuz.
Derler ya biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar, aynı hesap...
***
Dramatik bir yazıyla konuya damardan giriş yapıyorum

İşsiz olarak başlayıp, karın tokluğuna çalışıcaz. Gittiği yere kadar...